top of page
Ara

Dürtünün Lacancı Nesneleri: Bakış ve Ses

Yazarın fotoğrafı: Göker AközgürerGöker Aközgürer

nesne a olarak Bakış

 

Lacan 1964 yılı boyunca verdiği 11. Seminerde “Nesne a ve Bakış” meselesini tartışmak için dört ders ayırır. Lacan’ın buradaki temel tezi, Göz ile Bakış arasında bir bölünme olduğu, görmenin ve Bakışın birbirinden farklı şeyler olduğudur. Göz veya görme deneyimini; bilincin, görülenin ve İmgeselin yani anlamın tarafına konumlandırırken; Bakış’ı, dürtünün ve Gerçeğin tarafına koyar. Lacan’a göre görenden önce görülen varlıklarızdır, çünkü özne ile birlikte ortaya çıkmış olan nesnenin, egoya yani bilince önceliği vardır.

Bunu daha iyi anlamak için, bebeğin ilk görme ve bakma deneyimini ele alabiliriz. Yeni doğmuş bir bebeğin, gözleri tam işlev kazandıktan sonra görmeyi öğrenmesine gerek yoktur. O, nasıl göreceğini bilir ancak buradaki görme farklı bir görme, saf görmedir. Bebek ilk önce, gördüğü her şeyi kendi varlığının bir parçası olarak deneyimler. Kendi elinin veya ayağının, karşısındaki yüzden veya bir biberondan farkı yoktur. Bebeğin kendisini dış dünyadan görsel olarak ayırt edebilmesi için ya bir aynaya ihtiyacı olacaktır, böylelikle kendi hareketlerini gözleyerek neyin kendi imgesi neyin ötekinin imgesi olduğunu ayırt edebilir; ya da dokunmanın rehberliğine ihtiyacı vardır. Böylelikle kendi kendisine dokunma yani dokunulma deneyimi ile birlikte beden imgesini ayırt edecektir. Bu ayırt edebilme ile birlikte, görsel alanın bir kısmı kendi varlığından kopacaktır. Neyin kendi görüntüsüne dahil olup neyin olmadığını fark edecektir. Bununla birlikte bir şeyin daha farkına varacaktır; bu da kendisinin gördüğü yani görme alanının sınırlandırdığı dünyanın ötesinde, göremediği ama görülebilir olduğu başka bir suretinin var olduğudur. Görme alanını ne kadar hızlı hareket ettirirse ettirsin, bu alanı her yeniden kurduğunda, içerisinde kendisine ait bir suretin de olduğu başka bir alan kendi erişiminin dışında kalacaktır. Böylelikle bebek; saf bakıştan, bakan ve bakılan bir özneye geçiş yapacaktır. Bu andan itibaren artık bebek kendi varoluşunu, bakan özne ile eşitler ve bu bakılma deneyimini, kendi görsel gerçeklik alanının inşası için görsel alandan dışlar. Burada kendi varlığından kesip attığı, özne olmak için kaybettiği şey,  “nesne a olarak Bakış”tır. Bu bakış, kaybedildiği andan itibaren, skopik dürtünün nesnesi olarak konumlanır.

Lacan, 11.Seminer’de bunu, “ben tek bir noktadan görebilirim ama varoluşumda bana her taraftan bakılır” diyerek ifade etmişti. Bu bakış, nesne kategorisine konumlanıp özneden dışlandığı andan itibaren, dış dünyaya atfedilir. Lacan aynı seminerde, bir arkadaşının küçük oğlunun kendisine yaptığı şakayı anlatarak buna açıklama getirir. Bir gün teknede gezerken bu çocuğun kendisine, denizin ortasındaki bir nesneyi gösterip “şu konserve kutusunu görüyor musun, o seni görmüyor” dediğini ve hemen ardından da güldüğünü söyler. Lacan’a göre bu şakada bir hakikat vardır. Ona göre, evet dünyanın nesneleri bizi görmez ama bize bakar. Bakış, görüş alanından dışlanmış, şeylerin bize bakışı şeklinde geri dönmüştür. Lacan için Bakış, belirli bir kişinin bakışı değildir, kişinin baktığı nesnenin bir şekilde bakışa karşılık verdiği yönündeki belirsiz izlenimdir. A priori bir bakışla karşı karşıyayızdır, bu bakış mutlak gerçekliğin içerisinde değildir. Esas nokta bu bakışın öznelleştirilememesi, buna bir kişilik atfedilememesidir. Bunu korku filmlerinden de biliriz. Kahraman tekinsiz bir eve girmek üzeredir, üzerine yönelmiş bir bakış hissedip tedirgin olur ama biliriz ki buradaki mesele evde birisinin olması ve özellikle o kişinin bakması değildir, karakterin üzerinde hissettiği ve  daha genel olan, kendisine bakıldığına dair bir histir.

Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik kitabının bakış için ayırdığı bölümünde, bakışın kişiselleştirilememesi ile ilgili şöyle der: “Bakış her zaman bana yönelen iki göz yuvarı değildir. Daldaki hışırtı, ayak sesi, perde hareketi, pencere kanadının aralanması da bakışı ele verebilir. Bunlar gözü temsil eder, arkadaki organik göze göndermez, kendi başlarına gözdür. Göz ilk başta görme duyusunun organı değil, bakışın taşıyıcısı olarak kavranır”. Sartre için arkada dallar çatırdadığında, birisinin bulunduğunu/orada olduğunu değil, görülmüş olduğumu, belirli bir yer işgal ettiğimi, korunmasız olduğumu fark ederim ve bakışta kaygı uyandıran şey, bu korunmasızlık, Ötekine mesafesizliktir. Sartre aynı eserinde, Lacan’ın da dile getirdiği başka bir meseleye daha, Görme ve Bakış arasındaki ikiliğe de dikkat çeker: “Bir yandan dünyayı algılarken aynı zamanda bize yönelmiş bakışı kavrayamayız çünkü algılamak bakmaktır, ama bir bakışı kavramak, bakılmış olduğunun bilincine varmaktır. Ya gözü görürsün, ya bakışı. Gözün rengini algılıyorsan bakış yoktur, gözler belli bir mesafededir ama bakış öyle değil”. Yani eğer kişi kendisini bu bakışa uydurmaya çalışırsa, görsel alanın bütününü kaybeder.

Lacan bu konuyu detaylandırmak için, sanat eserlerinde de kullanılan görsel bir teknik olan anamorfoz meselesini gündeme taşır ve buna bir örnek olarak Hans Holbein’in Elçiler tablosunu verir. Holbein’in bu tablosuna baktığımızda, poz veren iki figürün yanı sıra tablonun alt kısmında deforme görünümde, ne olduğu hemen anlaşılamayan ve ancak belirli bir açıdan bakıldığında tanınabilen bir kafatası figürü vardır. Bu kafatası figürünü görebilmek için belirli bir açıda konumlanmalı ve tablonun neyi ve kimi resmettiğini görmekten vazgeçmeliyiz. Kişinin görsel alanının dış çeperini oluşturan Bakış için de durum benzerdir. Bakış’ı görmek ancak görsel alanın bütününü gözden çıkarmakla mümkündür. Ancak bunu normal şartlarda tercih etmeyiz, nevrotik koşullarda yapısal olarak da mümkün değildir, çünkü Bakışın önünde fantazi denilen bir perde vardır. Kaldı ki Bakış ile doğrudan bir karşılaşma kaygı vericidir. Bunun neden böyle olduğunu açıklamak için Bakış’ın bir nesne a olduğunu ve nesne a’nın hem arzu hem de kaygıyla ilişkili olduğunu hatırlayalım. Gerçek ile yani dürtüyle ilişkili bir nesne olması bakımından nesne a, beraberinde artı-jouissance getirir. Jouissance’ın sadece haz olmadığını, bir tür aşırılık olduğunu biliyoruz. Bu nedenle nesne a olarak Bakış ile doğrudan bir karşılaşma, barındırdığı artı-jouissance nedeniyle tahammül edilmesi zor bir deneyimdir. Bir dürtü nesnesi olarak Bakış yok edilemez, yalnızca bir perdeyle sınırlandırılabilir, ehlileştirilebilir. Buradaki perde de fantazi perdesidir.

Fantazi aracılığıyla bu nesneyi bir arzu nesnesine dönüştürmek, doğrudan karşılaşmanın verdiği kaygıyı ehlileştirir. Ancak fantazi yıkılırsa sahneye, yani görsel gerçekliğe Bakış girer. Arzu, kaygıya dönüşür. Bu dengenin -yani arzu ve kaygı kutuplarının- iki kısmını da örneklendirmeye çalışacağım. Fantazideki bakış nesnesinin arzu uyandırmasına, bazı aşk filmlerini, gündelik hayattaki flört deneyimlerini örnek verebiliriz. Varoluşumuzdan uzak tutmaya çalıştığımız öznelleştirilmemiş bakışı, fantazilerimizde sevilen, ilgi duyulan birisinin bakışı haline getirip gerçeklik içerisinde konumlandırabiliriz. Böylece muhtemel partnerin bakışı, bakılan kişide arzu uyandıran bir nesneye dönüşebilir, birisinin nasıl baktığı ile ilgili edebi cümleler, şiirler yazılabilir. Bu temelde Öteki’nin arzusu ile ilişkilidir, çünkü çocukta arzuyu meydana getiren şey, saf bir arzulu olma hali olan Öteki’nin arzusudur. Çocuğun arzusunu uyandıran şey bakılan nesne değildir, bakış edimi esnasında kendini gösteren arzudur. Aşk ilişkilerinde de görürüz, örneğin bir kadın bir erkekten ne bekler? Buna yanıt verebilecek bilinçli bir ego söylemi vardır: Erkeğin şefkatli, bilgili, yakışıklı olması vesaire. Öte yandan baş etmesi, dile getirilmesi zor bir şey daha vardır: Bir erkeğin bir kadına tek bir bakışı. Bu bakış, bastırılamayacak bir arzu yaratabilir. Freud’un nesne seçimi dediği şeyi belirleyen şey, bazen sadece bu bakıştır. Çünkü bu bakış, dünyada bulunduğu haliyle, biriyle, yani belirli bir kişi ile ilişkilendirilir. Bu kişi, öznenin arzusunun nedeni olan bakışın yakınında olma umudunun refakatçisi olur.

Bakış’ın diğer kutbu ise kaygıdır. Bakış ile ilişkili kaygı, iki farklı durumda iki farklı nitelikte ortaya çıkar. İlk durum, perde işlevi gören fantazideki nesnenin istenileni verememesidir, arzu nesnesi olarak bakışın gözden düşmesi yani aşk ilişkisi örneğinde, elde edildikten sonra artık arzu uyandırmamasıdır, şu söz tanıdık gelebilir size “artık eskisi gibi bakmıyorsun bana” ya da Lacan’ın verdiği şu örnek “hiçbir zaman seni gördüğüm yerden bakmıyorsun bana”. Yani elde edilen nesne, aranılan nesne değildir, aramaya devam etmek gerekir.

Kaygıyla ilişkili ikinci durum ise fantazinin, yani perdenin bir bütün olarak başarısızlığa uğramasıdır. Bu durumda perdenin ardındaki “nesne a olarak Bakış” ile doğrudan bir karşılaşma ortaya çıkar, fantazi sayesinde gerçeklikten silinmiş olan Bakış, gerçeklik sahasına sızar. Bakılma deneyiminin boğuculuğu ile birlikte çok daha yoğun bir kaygı baş gösterir. Bu, nesne a’nın beraberinde taşıdığı artı-jouissance ile ilişkilidir. Buna örnek olarak bazı psikotik fenomenleri verebiliriz. Kişinin izlendiğine, takip edildiğine, tarif edemediği veya anlamlandırmadığı şekilde bir bakışın etkisi altında olduğuna dair deneyimlerdir bunlar. Bu kaygının toplumsal etkisi üzerine bir örnek daha verebiliriz, bu da nazar. Lacan, aynı seminerde nazar inanışından ve bunun Bakış meselesiyle olan ilişkisinden bahseder. Latince haset anlamına gelen Invidia kelimesinin, görmek anlamına gelen videre kelimesinden geldiğini ifade eder. Lacan’a göre bu, göz organının hakiki işlevini açıklayan yerinde bir etimolojik örnektir. Toplum tarafından ona atfedilen doğaüstü güçlerin, hastalık ve bela getirmesinin ve kem göz tanımlamasının, dürtü nesnesi olan Bakış ile ilişkili olduğunu ifade eder. Bakışın beraberinde getirdiği doymak bilmez, boğucu jouissance, zarar görme ve zarar verme fantazilerinin nedenidir. Bu jouissance, fantazi aracılığıyla ehlileştirilemedikçe bedenin içerisinde veya bir Öteki’nde potansiyel bir tehlike halini alır. Toplumda yer edinmiş olan nazar boncuğu inanışı da bu bakışı bir göz aracılığıyla defetme işi görür. Bu kaygıyı klinikte, bireysel ölçekte gözlemleme imkanımız da vardır. Bazı psikotik fenomenler başkasının bakışı tarafından zarar göreceğine veya kendi bakışlarının başkasına zarar vereceğine dair inançları içerebilir.

Gözün görmenin ötesindeki işlevine dair fikirleri, Freud’un metinlerinde de bulmak mümkündür. Freud, 1910 tarihinde kaleme aldığı “Psikojenik Görme Bozukluğuna Psikanalitik Bakış” isimli makalesinde, görmeyen bir histerik hasta vakasındaki psikojenik körlüğün nedenini, cinsel skopofilinin bastırılması olarak açıklar. Burada cinsel skopofili, bakarak veya kendini başkasının bakışına maruz bırakarak cinsel tatmin elde etme anlamına gelir, yani skopofili, dürtünün ve onunla ilişkili bakışın faaliyetidir. Freud, bastırılan dürtünün, daha fazla psişik genişlemeden alıkonulmasının intikamını, hizmetinde olduğu organ üzerindeki hakimiyetini genişleterek aldığını söyler. Başka bir deyişle, dürtü semptomda tatmin bulur ve dayanılmaz bir jouissance, körlüğü yaratır. Freud’a göre hasta görmüyordur çünkü kendi süperegosu tarafından kendisine adeta şöyle denmiştir: “görme organını kötü tensel zevkler için kötüye kullanmaya çalıştığın için artık hiçbir şey görmemen uygundur”.

 

nesne a olarak Ses

 

Ses, günlük hayatımızın ve bizi çevreleyen fiziksel dünyanın değişmez bir unsurudur. Sese bir fenomen olarak yaklaştığımızda içerisinde iki farklı katmanın bulunduğunu fark ederiz. İlk katman, bir anlam vasıtası olan sestir, birbirimizle iletişim için kullandığımız, içerisinde sözü barındıran, bir talebin dile getirildiği ses. Bu katman, simgesel düzenin bir parçasıdır ve buradaki temel öge gösterendir (ing. Signifier). Ses içerisinde bu katmanı izole etmek için sesi kaydedip inceleyebilir ve içerisinde gösterenleri bulabiliriz. Gösterenlerin bize gösterdiği şey, anlamdır. Gösteren dediğimizde, sadece kelimeleri değil, ağzımızdan çıktığı andan itibaren sabitlenebilir ve tekrarlanabilir belirli bir ses kesitini anlamamız gerekir. Bu kesit belirli bir harf veya bir hece veya bir fonem de olabilir. Gösterenin temel özelliği sabitlenebilir ve tekrarlanabilirlik olmasıdır, bu özelliği onu kaydedilebilir ve yazıya dönüştürebilir kılacaktır, böylelikle belirli bir anlamı da sabitleme şansı olacaktır. Ancak ses, sadece bu anlam ağından ibaret değildir. Bunun ötesinde anlamla işi olmayan başka bir katman daha vardır.

Bu ikinci katman, aynı zamanda estetik hayranlık kaynağı olan sestir. Anlamından bağımsız olarak sesin rengini, tınısını, tonlamasını içeren, birinin sesine güzel dememizi sağlayan katmandır bu. Bir bütün olarak ses, simgesel bir işlemden geçirilse, içerisindeki gösterenler sabitlenip kaydedilse bile ardında her zaman bir kalıntı bırakacaktır. İşte bu katman, bu artakalan ile ilgilidir. Bu katmanın özelliği, konuşma sonrasında uçup gitmesi, yazıda kalmaması, ele avuca gelmemesidir. Sesin simgeselleştirilemeyen, temsile direnen bir veçhesi her daim mevcuttur. İnsan sesinin, dinlenildiğinde, kaydedildiğinde belirli bir anlamla sabitlenemeyecek tüm suretlerini düşünün: Ağıtlar, kahkahalar, kıkırdamalar, inlemeler. Gösterenler sesi anlamlandırarak öldürür ama yine de bir yanı sağ kalır. Biraz önce bahsettiğimiz ilk katman, Öteki ile, Simgesel düzen ile, gösterenlerle ilgiliyken, ikinci katman sesin dürtüyle, bedenle, jouissance ile bağlantılı katmanıdır. Bu nedenle nesne a ile ilişkilendirilebilecek katman bu ikincisidir. Nesne a olarak Ses, varoluştan çok Varlık boyutu ile Lacancı Gerçek ile ilişkilidir. Peki bir bütün olarak sesin, bedenle ve özneyle ilişkisi nedir? Şimdi sırasıyla bunlara bakalım.

Ses, insan bedeninin ilk hayat belirtisidir. Çocuk hayata önce ağlayarak, çığlıklarla sonrasında ise agulama ile başlar. Önceleri bu sesler, hiçkimse için değildir, henüz Öteki yoktur. Bunlar kendi kendine çıkardığı ve keyif aldığı seslerdir. Bu dönemi ayna evresinin vokal alandaki karşılığı gibi düşünebiliriz. İlk başta onun için etrafını saran tüm sesler, aynı varlık kategorisindedir. Ancak bir noktada ötekinin sesini ve kendi sesini ayırt etmeyi başaracaktır. Kendi sesini çıkarabilen ve bunu işitip ayırt edebilen çocuk, henüz bir anlamı olmasa da sırf ses çıkarabildiği için bundan keyif alacaktır. Anlamsız sesler çıkarıp bundan keyif aldığı her halinden belli olan küçük çocukları hepimiz gözlemlemişizdir. Henüz işin içine Simgesel ve gösterenler girmemiştir, bu seste anlam aranmaz. Henüz ortada bu sesin bir muhatabı yoktur, sadece bir çığlık, sadece bir ağlamadır. Bir noktadan sonra bunlar, artık Öteki için çığlığa döner. Böylece çığlıktan ricaya, talebe dönüş olur. Bu geçiş evresi çocuğun ses içerisinde gösterenleri ayırt edip sabitlemesi ve tekrarlaması ile olacaktır ve bu da çocuğun kademe kademe konuşmayı öğrenmesiyle ilişkilidir. Konuşmayı öğrenmek Öteki’nin sesinin bir bütün olarak içe alınması ve içselleştirdiği gösterenleri ucuca eklemesi ile mümkündür.

Ötekiden gelen gösterenler bir yandan çocuğun bütünlüklü deneyimini sınırlar, bazı deneyimleri belirli  anlam kalıpları içerisinde hapseder ama bir yandan da çocuk için bedeninde olup biten bir çok şeyi anlamlandırmanın yolunu açar. Yenidoğmuş bir bebeğin bedeninde birçok şey olur ve gösterenler olmadan bunları adlandırmak mümkün değildir. Bedenin farklı kısımlarını ilgilendiren kısmi dürtüler doyum peşindedir. Bebek, organları işlev gördüğü için farklı sesler duymakta, bedenin her yerinden çeşitli duyumlar kendisine etki etmektedir. Bedende tam bir kaos hali vardır. Bebek bunlara saf çığlık ile yanıt verirken Öteki, kendi gösterenleriyle, onun neyi deneyimliyor olabileceğine dair kendi anlamlandırmalarını çocuğa iletir. “Acaba şu an bu çığlığının nedeni ne? Karnı mı acıktı, üşüdü mü, altına mı yaptı, kucak mı istiyor vs.” Böylelikle çocuk, Öteki’nin sesi aracılığıyla gösterenleri bedene bağlama imkanı bulur, dile girdikçe yaşadığı adlandırılamayan kaosun olası nedenlerini, dışarıdan aldığı gösterenler yardımıyla kendi anlam dünyasına katmaya başlar. Bu sesin, acıları olduğu kadar hazları da anlamlandırma işlevi vardır. Yani ses, bedensel olanı söyleme katar. O halde ses, yalnızca gösterenlerden oluşan bir şey değildir, onun bedenle de ilişkisi vardır. O zaman şöyle formüle edebiliriz: Ses, göstereni bedene bağlayan halkadır. Bu formülasyondan iki sonuç çıkarabiliriz, ilki sesin yukarıda değindiğimiz işlevi ile ilgilidir, yani göstereni ve bedeni birbirine bağlaması. İkincisi ise doğası ile ilgili şu sonuçtur: Ses, hem gösterene hem bedene dair bir şeyler taşımasına rağmen, ne yalnızca gösterene ne de yalnızca bedensel bir unsura indirgenebilir. Şimdi bu ikincisini biraz detaylandıracağım.

Her seste, gösterenlerin ötesinde bedene ait -yani o sesin sahibine ait- dile gelmeyen bir şey daha vardır. Buna en basit örnek, kendi sesimizi ilk kez kaydedip dinlediğimizde hissettiğimiz tekinsizliktir. Bu sadece basit bir tanıma değil, aynı zamanda kaygı verici bir deneyimdir. O kaydı dinlediğimizde sadece gösterenleri ve anlamı duymayız, hatta çoğu zaman anlama odaklanmakta zorlanırız, çünkü içerisinde sesin sahibine dair bir şey vardır ve kişi için bununla doğrudan karşılaşmak kaygı vericidir. Başka bir örnek de şudur: Adli ve siyasi yaşamda tartışmaların sözlü olması temel kuraldır, evrak her zaman ikincildir. Bazı uygulamalarda –örneğin yemin törenlerinde- basitçe yazılı bir metin kabul edilmez, bunun sahibi tarafından seslendirilme zorunluluğu vardır ve yine son karar daima birinin huzurunda sesli olarak okunur. Bunun benzeri olarak duaların ve kutsal metinlerin önemli kısımlarının sesli olarak söylenmesinin gerekliliğini de gösterebiliriz. Çünkü bedene tesir eden şey cümleler, kelimeler değil; bunun bir ses tarafından taşınıyor olmasıdır. Gösterenlerin taşıyıcısı olan nesne a olarak Ses, sesin sahibinin bir parçasıdır. Bu nedenle konuşmak, bir ifadeyi seslendirmek, kişinin kendisinden bir parça vermesidir. Bu parça tam anlamıyla ne bedenine ne de dile getirdiği ifadeye ait bir parçadır.

Ses, bedenlerle dilleri, gösterenlerle çoklu hazları birarada tutar ancak her ikisine de ait değildir. Diğer nesne a’lar ile benzerliği de bu noktadadır. Çünkü ses, insan bedenine ait organik bir bölüm değildir. İnsan bedeninin içinden bir yerlerden gelir. Fantazimizde her zaman her sesi bir bedene atfetmeye çalışsak da bunun bedene tam olarak oturmadığının bir düzeyde farkındayızdır. Bunun uyuşmadığı anlarda hissedilen tekinsizlik, bize bunun işaretini verir. Günlük hayattaki bazı deneyimleri düşünelim, mesela neden dublajı veya play-back’i sevmeyiz? Kimin olduğundan emin olamadığımız dış sesin, ekranda gördüğümüz bedenin ağız hareketleriyle uyuşması, izleyen için önemlidir. Eğer kötü yapılmış bir dublajsa ve bu ikisi yani beden ve ses tam uyuşmuyorsa bir rahatsızlık hissederiz ve bu durumda sahnede olan biteni takip etmek bile zor olacaktır. İyi yapılmış dublaj bizi rahatlatır çünkü fantazimizde bir ses ve bedeni birleştirebilmek gerçeklik algımızı korumaya yardımcı olacaktır.

Sesin bedensiz kaldığı ve üzerimizde artı bir etki yarattığı başka bir duruma, Fransız film kuramcısı ve besteci Michel Chion dikkat çekmiştir. Chion, bir sesin kaynağı belli olmadığında yani söyleyen kişi sahnede olmadığında seyirci üzerinde daha büyük bir etki yarattığını farketmiştir. Kaynağı gizlendiğinde sesin kendisi artı bir otorite ve anlam kazanmakta, ses bir bedenle ilişkilendirildiğinde bu otorite kaybolmaktadır. Bununla ilişkili bir örnek Frank Baum’un –daha sonra filmi de çekilen- klasik eseri Oz Büyücüsü’dür. Öykünün kahramanı Dorothy, dileğini gerçekleştirmesi için yolda tanıştığı arkadaşlarıyla birlikte Büyük Oz Büyücüsü’nü aramaktadır. Önceleri Oz’un sadece sesi vardır, onu yönlendirir, her şeye kadir bir varlık görüntüsündedir, öykünün sonunda o sesin sahibinin perde arkasındaki yaşlı bir adam olduğu ortaya çıkar ve sesin sahibi olan bedeni görmemizle birlikte, Oz Büyücüsü, Dorothy’nin ve arkadaşlarının gözünde otoritesini yitirir. Bazı korku filmleri de bu noktaya oynar. Zizek’in bununla ilgili verdiği bir örnek, William Friedkin’in 1973 tarihli filmi Exorcist’dir (Şeytan). Zizek bu filmde asıl korkutucu olanın içine şeytan girmiş olan kızın sesi olduğunu söyler. Filmde kızı ele geçiren şey, bu sestir. Bu bize sesin travmatik boyutunu, bedenle ilişki içerisinde ama bedene yabancı olan nesneyi hatırlatır. Filmin çözüme ulaştığı ve korku ögesinin sonlandığı nokta, kızın kendi sesine tekrar ulaştığı yani sesinin fantazimizle uyumlulaştığı andır. Kaynağı belli olmayan veya kaynağıyla tam olarak ilişkilendirelemeyen sesin neden bu kadar büyük bir kaygı yarattığının yanıtı, bu sesin “nesne a olarak Ses” olmasıyla ilişkilidir. Bunu anlamak için de öznenin kurulumda, nesne a olarak sesin yerini hatırlamak gereklidir. Şimdi başa dönüp buna bakalım.

Bebek için Ses, a priori olarak vardır, onun için dünyada ilk başta sessizlik değil, aksine baskın bir ses, vokal bir doluluk vardır. İnsan –tıpkı bakış ve göz ikiliğindeki gibi- ses çıkaran bir varlık olmasından önce kendisine seslenilen bir varlıktır. Her şeyden önce dünyanın sesleriyle çevrilidir, ses çıkarabilen ve sonrasında konuşabilen bir varlık olabilmesi için dünyanın kendisine yönelttiği sesleri susturması yani nesne a olarak sesi gerçeklikten çıkarması gerekmektedir. Bu, öznenin kurulumuyla eş zamanlı olarak gerçekleşir. Tıpkı görsel alanın oluşturulması için bakışın silinmesi, çıkarılması gerektiği gibi, vokal alanın gerçekliğinin oluşturulması için de nesne a olarak sesin çıkarılması, susturulması gerekir. Bunu yaparak, ilk başta kendi varlığıyla eşdeğer gördüğü sesleri, kendi varlığından söker atar. Çocuk için gerçeklikten silinen sesler –ki bunların içinde Öteki’den gelen tüm sesler de vardır- vokal dürtünün nesnesi yani nesne a olarak yapıya kaydedilir. Nesne a olarak Ses, bir dürtü nesnesidir. Bu nedenle bununla doğrudan karşılaşma artı-jouissance getirir ve bundan kaçınmak için fantazi perdesi aracılığıyla bir ehlileştirme operasyonu gereklidir.

Peki konu ses olunca fantazi perdesi nasıl iş görür? Konu bakış olduğunda nasıl fantazi aracılığıyla bu bakış gerçeklik içerisindeki bir arzu nesnesi olarak birinin bakışı haline geliyorsa, konu ses olduğunda da benzer bir mantık işler. Gerçek düzenden gelen jouissance ile dolu boğucu ses, fantazide gerçeklik içerisinde bir arzu nesnesine dönüştürülür, bir ötekinin kişide arzu yaratan sesi haline gelir. Bir kadında her şeyden çok sesi önemseyen erkekler vardır mesela. Bu kişiler için arzuyu harekete geçiren, kadının ne söylediği, nasıl söylediği değildir; sesinin tonudur, tınısıdır. Böyle bir adam, sesi tıpkı annesininki gibi arzu uyandıran bir sesin sahibiyle karşılaştığında nesne seçimini yapmış olabilir. Bir ayrılık sonrası, sevilen kişinin en çok sesi özlenebilir, sesi ona benzeyen kişilere arzu duymak kolay bir hal alabilir. Bu sadece aşk ilişkilerinde geçerli değildir, bir sanatçının hatta bir enstrümanın sesi büyüleyici bulunabilir. Günlük hayatta müziğin bu kadar önemli bir yer kaplaması da bununla ilgilidir, çünkü bahsettiğimiz fantazi bilinçli bir seçim değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Öznenin beraberinde taşıdığı bir fantazisinin olması onu, nesne a ile karşılaşmanın dehşetinden korur. Gerçek Bakış ile karşılaşmamak için gerçeklikteki bakışları, Gerçek Ses ile karşılaşmamak için gerçeklik içerisindeki sesleri kullanır. Jacques-Alain Miller şöyle diyor: “Müzik yapıp dinliyorsak bu, nesne a denmeyi hak eden sesi susturmak içindir.” Yani müzik bizi nesnenin dehşetiyle doğrudan yüzleşmekten koruyucu bir cazibe, bir perdedir. Bu yalnızca müzik için geçerli değildir, bazen insanların evde yalnızken sadece ses olsun diye televizyonu veya radyoyu açtıklarını da biliriz. Çünkü mutlak sessizlik, içerisinde taşıdığı potansiyel nesne nedeniyle sağır edicidir.

Öznenin kurulumu sırasında gerçeklikten silinmiş ve suskunluk olarak tüm olası konuşma ve duyma edimlerinin dış çeperine konumlanmış olan “nesne a olarak Ses”, fantazinin işlememesi durumunda gerçekliğin içerisine sızar. İşte bedenleşmemiş, kaynağı belirsiz veya kaynağı ile uyuşmayan sesin kaygı vericiliği, bu fantazinin sınırlarını zorlamasında yatar. Buna verilebilecek daha radikal ama demonstratif bir örnek psikotik bir fenomen olan işitsel varsanılar, yani halüsinasyonlardır. Psikozda fantazi perdesi işlevini yerine getiremez, bu nedenle öznenin kurulumunda simgesel düzenden dışlanmış olan Ses, psikotik alevlenme ile birlikte, Gerçek düzenden geri gelir ve gerçekliğin içine sızar. En başından susturulmuş olması gereken sesler, şimdi ve burada gerçekliğin içerisindedir.

 

 

*Bu yazı, Psikanaliz Sohbetleri Podcast Serisinin 85. ve 86. Bölümlerinde seslendirilmiştir.

 

 

Kaynaklar:


Sigmund Freud, The Psycho-Analytic View of Psychogenic Disturbance of Vision (1910), Standard Edition 11. Ed. James Strachey. London: Hogarth Press, 1957

Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, Seminer 11. Kitap, çev. Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, 2013

Mladen Dolar, Sahibinin Sesi, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, 2013

Renata Salecl & Slavoj Zizek (editors), Gaze and Voice As Love Objects, Duke University Press, 1996

Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik: Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, çev. Turhan Ilgaz & Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları, 2021

Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2016

121 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Psikozun Söylem-dışılığı

Lacan, Bilinçdışının Oluşumları  isimli V. Seminer’ inde klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı tanı koyma meselesiyle ilgili olarak...

Irkçılık Neden Hala Var?

Dünyamız ve coğrafi bölgemiz her zaman olduğu gibi maalesef yine zor bir dönemden geçiyor. İnsanlık olarak uygarlığın, teknolojinin ve...

Lacan’ın Yitirilmiş Nesnesi: nesne a

Nesne a, Lacan’ın psikanalize en büyük katkılarından birisidir ve Lacan, bu kavramla birlikte psikanalizin nesnesinin ne olduğu...

Comments


bottom of page