Lacan, Bilinçdışının Oluşumları isimli V. Seminer’inde klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı tanı koyma meselesiyle ilgili olarak Platon’un Phaidros diyaloguna bir atıfta bulunur. Bu diyalogun karakteri Sokrates, konuştuğu Phaidros’a, yaptıkları işi beceriksiz kasaplar gibi yapmamak gerektiğini söylemektedir. Sokrates’e göre becerikli kasap, eti doğru ve doğal bağlantı yerlerinden ayıran kişidir. Sınırları tanıdığı için ustalıkla ayırma işini yapan bir kasap, araştırma konusunu doğal yerlerinden düzgün biçimde ayırt ederek araştırmasını doğru şekilde yapan filozofa benzer. Aynı beceriksiz bir kasabın elinde ziyan olacak et gibi, beceriksiz bir araştırmacı da neresinden ayıracağını bilemediği için konuyu parçalara ayrılmış ama kullanışsız bir şekilde bırakır. İyi bir şekilde kategorize edilememiş her konu, ardında yalnızca yeni bir karmaşa bırakmaya yarar. Lacan bu kasap metaforunu, seminerinde klinisyene uyarlamış ve obsesyonel özneyi ayırmak için doğru bağlantı yerinin neresi olduğunu sormuştur.
Peki Platon’un ve Lacan’ın izinden gidersek psikozu ayırmak için doğru bağlantı noktası neresidir? İnsanlık tarihi kadar eski olan, birden çok görünümü olan, hiçbiri bir diğerine benzemeyen psikozları neresinden tutarak incelemeye başlamalıyız? Psikozla çalışan bir klinisyen veya bir araştırmacı için doğru kesim yeri neresidir? Bunun için psikiyatri tarihi boyunca pek çok yanıt verilmiştir, hala da yeni yanıtlar bulunmaya çalışılıyor. Bu soru, psikozun tanı koyduran birinci meselesinin ne olduğu sorusudur. Gördüğü halüsinasyonlar veya yaşantıladığı hezeyanlar mı, beynindeki bir defekt veya gelişimindeki bir kusur mu yoksa kontrol edilemeyen coşkusu ve tutkusu mu?
Peki bu soruya yanıt olarak, öznenin söylemin dışında kalması diyebilir miyiz ? Psikanalizde karşımızda bir araştırma nesnesi olarak özneyi temel alırız. Bu öznenin doğru kesim yeri, onun söylem ile ilişkisi olabilir mi? Size bugünkü sunumumda temel olarak, psikozu tanımak için ve ayırmak için öznenin söylemle ilişkisini bir bağlantı noktası olarak kullanabileceğimiz fikrini ileteceğim. Bunu iletirken psikiyatri tarihinde bu iddianın izini aramanın yanı sıra, neden diğer açıklamaların zayıf kaldığından da bahsedeceğim.
Psikozlar, psikiyatri tarihi boyunca klinisyenlerin tariflerinde belirli bir anlaşılamama, uyum sağlanamama, garipseme havasıyla birlikte yer almıştır. Semptomların belirli bir patern izlememesi, birbiriyle uyumsuz belirtilerden oluşması klinisyenlerin kafasını karıştırmış, hatta 19. Yüzyılda bu hastalığı ilk tarif eden kişilerden birisi olan Philippe Chaslin bu klinik tabloya “Maladie Discordant” adını vermiştir. Burada “Maladie” Fransızca hastalık anlamına gelirken, “Discordant” ahenksizlik, akoru bozukluk anlamına gelmektedir.
Peki bu kadar uyumsuz semptomla ne yapmak gerekiyordu? Bu bütün klinik tabloyu neresinden tutmalı ve nereden hareketle bu semptomları birbirinden ayırmak gerekliydi? Bu, psikiyatrinin psikotik özneler karşısındaki halen devam eden öncelikli sorunudur. Örneğin geniş bir semptom havuzu olarak şizofrenide, isteyen klinisyen, havuzdan istediği kadarını alıp bunları kriter olarak belirleyebilir mi? DSM ve ICD gibi tanı kılavuzlarına baktığınızda temelde yapılan budur. Sık görülenler arasında bazı öncelikli semptomlar, operasyonel kriterler haline getirilir ve kişinin psikozu olup olmadığı, bunların varlığının sorgulanmasıyla netleştirilir. Şu haliyle günümüzde yalnızca operasyonel kriterlere veya beyindeki olası organik faillere odaklanmış durumdayız. Ancak tek tek semptomlarla ilgilenmenin bedeli, yapıyı ve bir bütün olarak Gestalt’ı, dolayısıyla özneyi elden kaçırmak anlamına gelmektedir.
Ama günümüzdeki bu anlayış her zaman geçerli değildi. 18. ve 19. yy. psikopatoloji geleneğinde bu kafa karıştırıcı semptomların ötesinde belirli bir yapı aranıyordu. Bazı olgularda olup bazılarında olmayan hezeyan, halüsinasyon, dezorganize konuşma gibi belirtiler bir yana koyulursa, her bir psikozda olduğu varsayılan temel semptom neydi? Bleuler’in 4A belirtileri, Schneider’in birincil sıra semptomları, Jaspers’in Anlaşılabilirlik (Alm. Verstandlichkeit) kavramı bu anlayışın öncülleriydi. Peki bu isimler ve bunların ardından gelenler, temel semptoma dair ne bulmuşlardı? Tüm bu çalışmalarda bulunan ortak tek bir semptom söylemek mümkün değil ancak -sonrasında Lacancı anlamda söylemin dışında olmayla yakın ilişki içerisinde değerlendirilmesi mümkün olan- üç klinik fenomenden sıklıkla bahsedildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki klinisyen-hasta ilişkisindeki bir tür anlaşılamama ve yabancılık hissi, ikincisi öznede belirli türde bir bölünme, üçüncüsü ise sağduyu kaybı. Sunumumun bu bölümünde bu klinik fenomenleri açıklayıp sonrasında bunların söylem ile olan ilişkisine değinmeyi planlıyorum.
Bunlardan ilki, bazı klinisyenlerin, karşısındaki hasta ile olan ilişkisinde ona atfettiği anlaşılamama durumudur. Şizofreni ismini borçlu olduğumuz Eugen Bleuler de Ronald Laing’ın aktardığına göre “Ne edersem edeyim, eninde sonunda bu hastalar bana, bahçemdeki kuşlar kadar yabancı” diyerek bu anlaşılmazlığı dile getirmiştir. Ama bu anlaşılmazlığı psikoz için bir tanı gerecine dönüştürecek olan kişi Karl Jaspers olacaktı. Jaspers, psikozun temel tanı kriteri olarak “anlaşılamazlık” kavramını ortaya atmıştır. Buradaki anlaşılamazlık, basitçe hastanın ne konuştuğunun anlaşılmaması değil, empati ve hayal gücü aracılığıyla başkasındaki bir ruhsal sürecin, ruhsal yaşantının, mantıksal araçlar olmaksızın dolaysız kavranamaması, karşı karşıya kalınan kişinin başka bir dünyadanmış gibi hissedilmesiydi. Bu yolu takip eden Hollandalı psikiyatrist H. Cornelius Rümke’nin (1941), buna benzer bir hissi, (Kreapelin’in dementia praecox kavramına atıfla) praecox hissi (Alm. Praecox Gefühl) dediği bir hissi, şizofreninin çekirdek semptomu olarak ortaya atması ve bunun -yani hastanın klinisyenle karşı karşıyayken belirli bir “psikotik” hava sezmesinin- tanı için en önemli kılavuz olduğunu söylemesi de dikkat çekiciydi.
Bu çekirdek semptom arayışlarında dikkat çeken ikinci fenomen ise öznede gerçekleştiği iddia edilen belirli türde bir bölünmedir. Henüz 1861’de Wilhelm Griesinger bu hastalıkta zihnin bölündüğünü; bu tabloya dementia praecox ismini veren Emile Kraepelin ise bilincin bölündüğünü söylemiştir. Hastalığa çoğul bir tarifle Şizofreniler -yani zihin bölünmeleri- ismini veren Eugen Bleuler, bu tabloda gerçekliğin tümden kaybının söz konusu olmadığını, öznenin iki dünyası olduğunu yazar: Kendi dünyası ve toplumla birlikte yaşadığı dünya. Bu iki dünya da onun için gerçekliktir. Bleuler’in ünlü 4A’sının bir A’sı bu ikiliği tarif eden otizmdir (Autizm). Bu kavramın günümüz çocuk psikiyatrisinde kullanılan Otizm Spektrumu ile aynı şey olmadığını belirtmeliyim. Bleuler için otizm, psikotiğin kendi iç dünyasında oluşturduğu, solipsistik evrene aşırı yatırım yapılmasıdır. Psikotik için otistik evren daha gerçekçi gelir ve diğeri yalnızca görünürde bir dünyadır. Bu klinik fenomen Bleuler sonrası literatürde “Double-Bookkeeping” -çift defter tutma veya çifte muhasebe olarak çevirebiliriz- olarak anılır. Buna uygun verebileceğimiz gündelik bir örnek: Psikiyatri servisinde yatan ve Tanrı olduğuna, her şeye gücünün yeteceğine inanan bir hastanın bunu söylemesinden dakikalar sonra sigara içmek için tedavi ekibine ricacı olmasıdır.
Sigmund Freud da 1938 tarihli Psikanalizin Özeti metninde psikozdan bahsederken onda bir Spaltung, yani ruhsal bir çatlak tanımlar. Bu durumda sadece bir tane yerine iki tane ruhsal tutum oluşur; biri normaldir ve gerçekliği dikkate alır ve diğeri ise dürtülerin etkisiyle Ich yani özneyi gerçeklikten ayırır. İkisi yan yana birlikte var olur. Bu ikiliği Schreber’in Hatırat’ında da görürüz. Şöyle diyordu Schreber: “Benim sözde hezeyanlarım bir tek tanrıyla ve ötesiyle ilgili, bu nedenle hiçbir şekilde dünyevi davranışlarımı etkileyemezler…”
Bugün konuştuğumuz söylem meselesiyle oldukça yakın olduğunu düşündüğüm üçüncü ortak tarif ise sağduyu kavramıdır. İlk olarak Immanuel Kant, 1798’de Pragmatik Bakış Açısıyla Antropoloji isimli metninde akıl hastalığını tarif ederken bu kavrama dikkat çekmiştir. Kant’a göre akıl hastalığının genel özelliği, sağduyu (sensus communis) kaybıdır. Bu durumda sensus communis yerini sensus privatus’a bırakır, böylece kişinin başkaları tarafından doğru alana yönlendirilme yetisini kaybedip kişinin kendine has bir anlayış geliştirmesine neden olur. Psikotik fenomenleri ilk olarak kayıt altına alarak bilimsel bir niteliğe kavuşturma uğraşında olan kişilerden John Haslam ise henüz 1810 yılında “ışık ile karanlık, doğru ile eğri nasıl birbirinin karşıtıysa delilik de sağduyunun karşıtıdır” demiştir. Wolfgang Blankenburg, çok daha net bir ifadeyle şizofreninin global bir sağduyu krizi olduğunu söylemiştir.
Psikopatolojide kavram olarak kullanıldığı haliyle “sağduyu kaybı” bağlamla ilişkili neyin sosyal olarak uygun olduğunu sezme ve buna göre davranma yeteneğinde kaybı ifade etmektedir. Bu durumda kişi diğerlerinin kendiliğinden kavradıklarını kavrayamaz. Toplumsal ilişkileri temelden sarsan bu kayıp özneler arası alanın sağlıklı bir şekilde kurulmasını da imkânsız hale getirir. Buna güzel bir örnek Giovanni Stanghellini’nin “Şizofreni ve Altıncı His” adlı kitabında bahsettiği bir hastasıdır: Bu hasta, etrafındaki insanların el kol işaretlerini spontan ve amaçsızca nasıl hareket ettirdiğini kavrayamıyor, her el kol hareketinin bir anlamı olması gerektiğini düşünüp kendi beden hareketlerini mutlak bir kurala bağlaması gerektiği düşünüyordu. Buna ek olarak beden dili onun için bir muammaydı ve birisinin onunla konuşurken yaklaşıp uzaklaşması önem arz ediyordu.
Peki buraya kadar bahsettiğim şeylerin psikanalitik bakış açısında yeri ne? Bugün konuştuğumuz söylemler açısından ne gibi bir özellik teşkil ediyor? Jaspersçi manada anlaşılamamayı, Freud’un da dikkat çektiği bölünmeyi, dolayısıyla çifte gerçekliği ve bunlardan birisine içsel olana yatırımın artması nedeniyle ortak gerçekliğe yatırımın zayıflamasının sonucu olarak toplumsal sağduyunun kaybını söylem-dışı olarak nitelendirebilir miyiz?
Bu klinik fenomenler bizi Lacan’ın psikozu menetme mekanizmasıyla açıkladığı noktadan çok da uzağa konumlandırmadığını düşünüyorum. İlk olarak Lacan, psikozları III. Seminerinden itibaren Baba-nın-Adı’nın menedilmesi olarak tarifliyordu. Burada Baba-nın-Adı’nı, Annenin Arzusu’nun yerine geçen gösteren olarak, Annenin Arzusu’nun üzerini çizen Yasa olarak ele almak gereklidir. Bu gösteren, basitçe imgesel bir babanın tarifi değil, simgesel düzende çocuğun annesinin arzusunu onun aracılığıyla yorumlayabileceği bir operatör olarak anlaşılmalıdır. İkincisi, toplumsal bağ olarak dört söylem, Baba-nın-Adı göstereni tarafından yapılandırılmıştır. Bu iki önerme göz önüne alındığında Lacan için psikotiği yapısal olarak söylem-dışı olarak tanımlamak gerekir. Çünkü psikozda Öteki’nin yerine Baba-nın-Adı’nın menedilmesi geçmiştir. Bu nedenle psikotiği söylemlerin içerisindeki diyalektiğe sokmak imkansızdır. Yani bu haliyle onun sosyal ilişkiler içinde olması, birinden diğerine geçmesi, ilişkilerini diyalektik hale getirebilmesi, bazılarını sonlandırıp bazılarıyla yeni bağlantılar oluşturması olası değildir.
Dolayısıyla psikotik bir yandan özgürdür. Henri Ey, psikoz için “özgürlüğün patolojisi” demişti. Çünkü psikotik, kurulmuş söylemlerden özgürleşmiştir. Sıfırdan yeni bir şey yaratmaya muktedirdir. Kurumsallaşmış olanı, geleneksel anlamlandırmaları, gösteren ile gösterilen arasındaki bağlantıları yıkar. Öte yandan bu, özne kurulduğu andan itibaren psikotik özneyi söylemin dışındaki olarak, toplumsal olanın ötekisi olarak konumlandırır ve bu durum, yalnızlığı ve dışarıda-kalmayı da beraberinde getirir. Böylece diğerleri tarafından anlaşılamaz olarak tanımlanmaya başlar.
Çoğunlukla bu durum, bir çözüm bulunmaksızın yaşam boyu dayanılır ve sürdürülebilir değildir. Bu nedenle başta söylemin dışında olsa da psikotik özne, söyleme entegre olma çabaları içerisine girecektir. Tetiklenmemiş bir psikoz için ilk başlarda bu durum görece kolaydır, basit imgesel özdeşleşmeler aracılığıyla söyleme nasıl eklemlenebileceğini taklit yoluyla da olsa öğrenir. Lacan’ın da III. Seminer’de atıfta bulunduğu Helene Deutsch’un “-miş gibi kişilik” olarak adlandırdığı mekanizmalar bu konuda aydınlatıcıdır. Bu onun için Baba-nın-Adı’nın imgesel telafisidir. İmgesel özdeşleşmeler sayesinde -yani kendine yakın bir imgesel ötekiyi taklit etmek suretiyle- belirli toplumsal durumlarda nasıl davranacağını, nasıl görüneceğini kavrayabilir, söylem benzeri bir yapıya ve fallik norma dahilmiş gibi davranabilir. Bir bakıma bir sağduyu edinebilir. Ancak yine de spontan durumlara anlık uyum sağlamakta yetersizlik gösterebilir ve bu bir sağduyu kaybı gibi değerlendirilebilir.
İmgesel özdeşleşmeler her zaman yeterli gelmez. İşte -özellikle tetiklenme sonrası- bu durumlarda, psikotik özneler artık sosyal bağa entegrasyon için bazı bedeller ödemek zorunda kalacaktır. Bu bedeller de yukarıda bahsini geçirdiğimiz, DSM ve benzeri kılavuzlarda psikozun kendisi -ya da temel belirtileri- sanılan psikotik fenomenlerdir. Bleuler bunları otizmin iyileşme girişimleri olduğunu söylüyordu -ki Lacancı anlamda söylem-dışı olmanın psikiyatrideki en yakın ifadesi bu otizmdir. Bu bakış açısı Freud’a uzak değildi, çünkü o da henüz Schreber vakası incelemesinde hezeyanların ve halüsinasyonların psikozun kendisi olmadığını, bunların bir iyileşme girişimi olduğunu, yapıya ikincil olduğunu -bugün ele aldığımız haliyle söyleme entegrasyon çabaları olduğunu- yazıyordu.
Bu psikotik fenomenlerin, bahsettiğim Lacancı mekanizma olan menetmenin sonuçları olduğunu kavramak önemlidir. Bleuler için otizmin iyileşme girişimleri olan, Lacan için menetmenin sonuçları olan bu fenomenlerin her biri, dışlanmış olduğu söyleme tekrar entegrasyon uğraşlarıdır. Başka bir deyişle Öteki ile bağ kurma girişimidir. Bunlardan kısaca bahsetmek bunların söylemle ilişkileri için aydınlatıcı olacaktır.
Söylem-dışı kalmış psikotik öznenin söyleme tekrar entegrasyon için devreye soktuğu psikotik fenomenlerden ilki sözdür. Psikotik özne, söylem aracılığıyla sınırlandıramadığı jouissance’ı belirli kelimelere yatırım yaparak sınırlandırmaya çalışır. Burada kelimelerin kullanım amacı şeylere gönderme yapmak yani temsil dizgesi içerisine dahil olmak değildir. Bu kelimelerin kendisi birer yatırım aracıdır. Neolojizmler kullanılır, kişinin eşsiz yaşantısı -ve bunun içerdiği jouissance- kendine has bir kelime haznesi içerisinde tutulur. Schreber’in Hatırat’ındaki ruh-cinayeti ve kutsal-ışınlar örneklerinde olduğu gibi. Schreber de psikotik tetiklenmesi sonrasındaki bedensel yaşantılarını bu kelimeler aracılığıyla sınırlandırmaya çalışmıştı. Bu girişimde hem söylem-dışı olmanın getirdiği boğucu jouissance’tan kurtulma çabası hem de hezeyanının etrafında kümelenen bu kelimeler aracılığıyla söyleme entegre olma yani Öteki ile bir bağ kurma çabası vardır. Bleuler bir hastasının şöyle dediğini aktarıyordu: “Hızlı düşünce akışımı ifade etmek için hemen uygun bir kelime bulamazsam, kendi bulduğum bir tanesini öne sürmeye çalışırım, örneğin güvercinlerin pırpırları.” Bunu kanat yerine söylediğini ifade eden Bleuler idi. Buradaki hasta söylemin dışındaydı, yaşantısını ifade eden doğru kelimeleri bulamıyordu ama yine de bir şey söylemek, anlamsız da olsa Öteki ile, dünyanın nesneleri ile anlamlı bir bağ kurmanın yolunu arıyordu. Çünkü söz saçma veya anlamsız olsa bile bir iyileşme girişimidir. Veya Hamilton, damar kelimesini neredeyse her nesne için kullanan bir hastasını tarif etmişti, bu kişi örneğin bir saati “zaman damarı” olarak adlandırıyordu. DSM kriterlerinde dezorganize konuşmayı ve bu başlık altında sayılan enkoherans yani bütünlükten uzak konuşmayı, neoljizmi bu bağlamda anlamak önemlidir. Sosyal bağın sağladığı geleneksel anlamları kurmakta zorlanan ama yine de bir bağ kurma girişiminde olduğu için konuşmaktan, nesnelere yatırım yapamasa da kelimelere yatırım yapmaktan vazgeçmeyen hastaların çabalarının ürünüdür bu kriterler.
Bir diğer psikotik fenomen, belki de en dikkat çekici söyleme entegrasyon çabası sanrılar yani hezeyanlardır. Sanrısal metafor, yapısal olarak eksik olan babasal metaforun yerine geçerek söylem benzeri bir yapı inşa edebilir ve jouissance’ı yeniden konumlandırabilir. Freud Schreber vakasında, Schreber’in sanrı yoluyla dünyasını inşa ettiğini ve bunun bir iyileşme girişimi olduğunu yazmıştı.
Peki ya varsanılar, hastaların duyduğu sesler, sosyal bağa entegrasyonu nasıl sağlayabilir? Psikozda varsanıların sözel nitelikte olduğunu hatırlamamız gereklidir. Hakaretler ve emirlerin yanı sıra kişinin kendi hareketlerini yorumlayan veya sadece betimleyen sesler olabilir. Bu sesleri Öteki’den gelen bir belirlenim olarak “sensin” buyruğu olarak düşünebiliriz. Bunlar hakaret düzeyinde olsa bile öznenin S1’ine -Baba-nın-Adı’nın eksik olduğu yere- bağlanarak en azından bir adlandırma ve anlamlandırma inşa ederler.
Psikozun kliniğinde ön plana çıkan bu fenomenlerin yanı sıra, sosyal bağa entegrasyon için kullanışlı başka bir girişimi de anmak yerinde olacaktır: Sanat. Lacan bunun için James Joyce örneğini veriyordu. Bir yazar olarak inşa ettiği egosu sayesinde psikotik dağılması önlenmiş, sosyal bağa entegrasyonu sağlanmıştır.
Peki bütün bu fenomenolojik ve psikanalitik veriler ışığında, söylemin dışında konumlandığını düşündüğümüz psikotik öznelerin karşısında bir psikiyatristin, psikanalistin ve toplumun tutumu ne olmalıdır? Bu bilgiler ne işimize yarayacaktır? Psikotik özneleri sosyal bağa katmak için ne yapılmalı ne yapılmamalıdır?
Bu sorularla ilgili ilk dikkat çekilmesi gereken nokta şu: Psikozla çalışmak sadece psikiyatri kliniklerinin işi değildir, psikanalitik çalışmada da psikotiklere yer vardır. Lacan “psikanalistlerin psikoz karşısında geri adım atmamaları gerektiğini ve psikotiklerin tedavisinin Lacancı yönelimli analitik çalışmanın önemli bir alanı olduğunu ifade etmiştir (Ouverture de la section clinique, 1977).
Öncelikle psikoz ile çalışan bir klinisyen için en değerli bilgi, hezeyan, halüsinasyon ve dezorganize konuşma gibi psikotik fenomenlerin, psikozun kendisi değil, sosyal bağa birer entegrasyon çabası olduğunu bilmektir. Psikotik semptomlara bu açıdan bakmak, bize klinisyen olarak iki açıdan yarar sağlayacaktır. İlki bunların bir iyileşme çabası olduğunu bilmek tedavide koşulsuz bir şekilde bunları defetme, tedavi etme zorlantısından bizi koruyacaktır. Maalesef halen yataklı birçok psikiyatri servisinde taburculuk kriteri olarak hastaların hezeyanlarının ve halüsinasyonlarının tamamen geçmesi şart koşulmaktadır -vücuttan defedilmesi gereken bir enfeksiyon gibi. Bu durum da genellikle hastaları, hezeyanlarını saklamaya, taburcu olabilmek adına yaşantıları hakkında konuşmaktan vazgeçmeye itmektedir. Hezeyanların farmakolojik yöntemle mutlak şekilde ortadan kaldırılması stratejisi yerine bu fenomenlerin neye hizmet ettiğini bilmek, o fenomene özel bir yaklaşım geliştirme imkânı sunacaktır. Elbette gerektiğinde tedavide ilaç kullanımı yer almalıdır ancak bu tedavi, bedeli ne olursa olsun salt fenomenleri susturmak adına olmamalıdır. Aksi halde klinisyen, Freud’un işaret ettiği “furor sanandi” yani iyileştirme gazabına düşmüş olur. İkinci olarak, bu fenomenlerin psikozun kendisi olmadığını bilmek bu fenomenler görünmezken de tetiklenmemiş bir psikozun var olabileceğini, Jacques-Alain Miller’ın adlandırmasıyla “Olağan Psikoz” şeklinde varlığını sürdürebileceğini, bu nedenle operasyonel tanı kılavuzlarına sıkı sıkıya bağlı kalmamamız gerektiğini bize öğretecektir. Tetiklenmemiş bir psikozu tanımak bir klinisyen için en önemli ödevdir. Tabi iş tanımakla bitmez, sonrasında klasikleşmiş analist konumundan vazgeçmek, hasta için simgesel Öteki konumunda değil, imgesel bir öteki konumunda olmak önemlidir. Lacan, terapistlerin psikotik özne için bir sekreter görevinde olmasını salık vermiştir.
Peki toplum olarak ne yapılabilir? Biliyorsunuz medeniyet tarihinde uzun bir süre akıl hastaları şehirden uzakta, kapalı kapılar ardında tutuluyordu. Bu hastalar zamanla şehrin içerisindeki yarı kapalı hastanelere taşındı. Son dönemde tüm dünyada topluma kazandırma projeleri dikkat çekmektedir. Kurulu düzen tarafından toplumdan dışlanmış olanlar, çeşitli projelerle sosyal bağa dahil edilmeye çalışılıyor. Ülkemizde de bunun örnekleri görülmektedir. Bunun oldukça olumlu bir adım olduğunu söylemek önemli ancak dikkat çekilmesi gereken önemli bir durum, bu konuda yapılması gereken bir uyarı var. Bu kişileri, kendi yapısal özelliklerine ve kendine özgü tekilliklerine dikkat etmeden ve bu talep onların içinden doğmadan, sosyal hayata entegre etmenin ciddi sonuçları olabilir. Öncelikle onlar için topluma dahil olmak, dünyanın acılarından ve genellikle saldırgan ve tehditkâr bir Öteki’den korunmuş oldukları bir yerden çıkmalarını gerektirmektedir. Öte yandan Baba-nın-Adı menedilmiş, yani yapısal olarak fallik düzenin dışında yer alan psikotik öznelerin, fallik değeri olan şeylerin (örneğin para, iş, ün, rekabet, yetki) etrafında kurulmuş sosyal düzenimize entegre olmasının sakıncaları olabilir. Bu nedenle onları, kapitalist söyleme boyun eğmeden, fallik hiyerarşi içerisine atmadan, kendilerine has tekilliklerine saygı duyarak ve ne şekilde olacağının kararına onları da katarak sosyal bağa dahil etmeliyiz.
Sonuç olarak, becerikli bir klinisyen için psikozun kesim yeri onun söylemle olan ilişkisidir. Psikiyatri tarihine baktığımızda da görürüz ki farklı kavramlarla dönüp dolaşıp hep aynı yapıdan, psikozun çekirdek semptomu olarak söz edilmiştir. Bu bakış açısıyla yol çıkmak, biz klinisyenlere hem tetiklenmemiş psikozu tanımayı hem de onun süreç içerisinde tetiklenmesini önlemeyi sağlayacaktır. Tetiklenmiş öznelerde ise yine bu tutum -yani öznenin söylemle ilişkisine bakmak- kişideki psikotik fenomenlerin işlevini anlamamıza rehberlik edecektir. Böylece öznenin sosyal bağa entegrasyon için kendisi tarafından üretilen öznel çözümlerde ona tanıklık etme imkânımız olacaktır. Bu zorlu görevde hem biz klinisyenlere hem de topluma iş düşmektedir.
*Bu metin, 10.11.2024 tarihinde “Günümüzde Toplumsal Bağlar” konulu Lacan Sempozyumu’nda sunulmuştur.
Comments