top of page

Schreber ve Bir Beden İnşa Etmek

  • Yazarın fotoğrafı: Göker Aközgürer
    Göker Aközgürer
  • 11 Tem
  • 9 dakikada okunur

Merhaba, isminden de anlaşılacağı gibi bugünkü sunumumun merkezinde Freud’un temel vaka öykülerinden birisi olan Schreber Vakası yer alacak. Bildiğiniz gibi Schreber Vakası, Freud’un paranoya kuramını üzerine inşa ettiği vaka öyküsüdür. Lacan III. Seminer’de, Freud’un Schreber vakasına yaklaşımının, rüyalara yaklaşımından bile daha yenilikçi olduğunu söyler, çünkü ona göre Rüyaların Yorumu'nun yayımlanmasından önce de rüyaların anlamlı olduklarına yaygın bir inanç vardı, ancak bu vaka çalışmasından önce paranoyak sanrıların içeriği o kadar önemli görülmüyordu. Bu nedenle Lacan, Freud’un Schreber Vakası ile geliştirdiği psikoz kuramının çağdaşlarından radikal bir kopuşu ifade ettiğini düşünüyordu. Bu vaka öyküsünde Schreber’in bedeni ile ilgili yaşantılar, burada anlatılan klinik tablonun çekirdeğini oluşturur. Öyle ki yine aynı seminerde Lacan, Schreber’in söyleminin hammaddesinin kendi bedeni olduğunu söylemiştir. Ben de bugün size Freud’un ve Lacan’ın yorumlarını temel alarak bu vakanın beden meselesi üzerinden bir incelemesini sunacağım. Öncelikle vaka öyküsünü hatırlatmak adına -detayına girmeden- kısa bir özetini sunup vakadaki bedensel fenomenlerin altını çizeceğim. Sonrasında ise Lacan’ın bir psikotik için bedeni nasıl kavramsallaştırdığına değinerek, bu görüşlerin Schreber’in bedeninde nasıl karşılık bulduğu üzerine konuşacağım.

Almanya’da burjuva, entelektüel, Protestan bir aileden gelen Daniel Paul Schreber, kariyerine avukatlıkla başlayıp hakimlik, Bölge Mahkemesi başkanlığı ve Yüksek Temyiz Mahkemesi Başkanlığına kadar yükselen başarılı bir hukukçuydu. İlk hastalık dönemi 42 yaşında (1884), parlamento seçimleri için adaylığını koyup kaybettikten sonra geçirdiği ağır bir hipokondriya atağıydı ve bu atak nedeniyle dönemin ünlü psikiyatristlerinden Dr. Paul Emil Flechsig’in kliniğinde altı aylık bir yatışı olmuştu. Taburculuk sonrası belirtileri tamamen geçip işine dönen Schreber bundan 9 yıl sonra daha ağır geçecek olan ikinci hastalık dönemini geçirmişti. 51 yaşında (1893) Leipzig Bölge Mahkemesi Başkanı iken Saksonya Adalet Bakanı tarafından evinde ziyaret edildi ve kendisine Dresden Yüksek Temyiz Mahkemesi başkanlığına atanacağı bildirildi. Bu doğrudan kral tarafından verilmiş bir karardı ve bu nedenle geri döndürülemezdi. Psikozu tam da bu anda, yani kendisini en yüksek yasanın temsilcisi olarak konumlandıracak bir pozisyonu işgal etmeye çağrıldığında tetiklenmişti. Belirtiler ilk olarak atamasının duyurulmasından birkaç gün sonra bir hipnogojik varsanı ile başlamıştı. Bir gün sabaha karşı uyku ile uyanıklık arasında zihninden şöyle bir şey geçtiğini fark etmişti: “Cinsel birleşmeye teslim olan (boyun eğen) bir kadın olmak güzel bir şey olmalı”. Bu, bilincinden hızlıca uzaklaştırdığı, istemsiz bir düşünceydi. Ancak her şeyin başladığı an da burasıydı. Bunun ardından yavaş yavaş uykusuzluk ve beyninde yumuşama olduğuna, bedeninin çürümüş olduğuna ve yakında öleceğine dair bazı inançlar gelişti. Bunlara seslere hassasiyet ve zulüm görme sanrıları eşlik ediyordu. Tekrar Dr. Flechsig’e başvurdu, önce ayaktan tedavi denense de yatarak tedaviye geçildi. Yatışı sonrasında dokuz yıl boyunca hastanede kaldı. Kendisini psikanaliz dünyasında ünlü yapan ise bu ikinci yatış sürecinde 1902 yılında yazdığı “Bir Sinir Hastasının Hatıratı” adlı otobiyografik eser olmuştu. Elinden alınan medeni haklarını geri almak için yazdığı bu Hatırat, Freud tarafından titizlikle ele alınmıştı ve Freud, metnin yazarının aktardığı yaşantılar üzerinden paranoyanın mekanizmasının detaylı bir analizini sunmuştu.

Freud’un da dikkat çektiği gibi Hatırat’taki en önemli temalardan ve vakanın kliniğindeki en önemli fenomenlerden birisi Schreber’in erkekliğinin yok edilmesi ve bedeninin kadın bedenine dönüşmesidir. Schreber, Hatırat boyunca aşama aşama ve çılgınca kendisine bir kadın bedeni inşa etmiştir. Burada beden merkezi bir konumdadır. Freud’a göre bu dönüşüm fikri, sanrısal sistemin ilk tohumuydu. Hipnogojik varsanı ile başlayan süreç, Tanrı’nın kadını olduğuna dair bir sanrı ile son bulmuş ve bu sayede kendisine stabilizasyon sağlayacak sanrısal bir metafor yaratmıştı. Şunun altını çizmekte yarar var: Schreber kadına dönüşmek istiyor değildi, kadına dönüşmek zorundaydı. Bu zorunluluk, Şeylerin Düzenine dayalı bir zorunluluktu ve bu onlarca yıl sürebilecek bir süreçti. Peki Schreber bu fikre nasıl varmıştı? Hatırat’a göre her şey, bahsi geçen hipnogojik varsanıdan sonra, bedeninde hissettiği tuhaf duyumlar ile başlamıştı. Şöyle diyordu: “Kendi bedenimde, el değmemiş bir bakirenin bedeninde olanlara benzer, İsa’nın ana rahmine düşmesine benzer bir şeyler oluyordu.” Bu duyumları kadınsılıkla birlikte ele alıyordu çünkü ona göre erkekte sadece cinsel organlarda hissedilen şehvanilik, kadında daha yaygın olarak, tüm bedeninde hissedilebilirdi. Bedenindeki bu duyumların izlerine “sinirler” diyordu. Bu sinirler, bedenine bir kadın bedeni damgası vurmuştu, parmaklarıyla bastırdığında bunları hissedebiliyordu. Ayrıca iç organlarında hissettiği duyumlar vardı ve bazı organları, herhangi bir insan için öldürücü olacak yaralar almıştı. Ancak kutsal mucizeler (yani ışınlar) bu zarar gören yerleri onarıyordu. Tüm bunlar ona bedeninin erkeklikten kadınlığa doğru bir dönüşüm yaşadığı fikrini vermişti. Bu sayede anlamlandıramadığı duyumlar, yavaş yavaş bir sanrısal mekanizma ile birlikte anlamlı bir bütün haline geliyordu. Ona göre bedeni iki aşamalı bir süreçten geçiyordu: ilki erkekliğin yok edilmesi, ikincisi ise kadınlığa geçiş. Bu süreç ilk başta gönüllü olduğu bir şey değildi, kendisine dayatılıyordu ve faili Dr. Flechsig idi. Şöyle diyordu: “Sinir hastalığımın iyileşmeyeceği anlaşıldığında ruhum ona aktarılacaktı, bedenim bir kadın bedenine dönüşecek, cinsel bir istismar için Flechsig’e teslim edilecek, daha sonra basitçe bir kenara atılacak, çürümeye bırakılacaktı.” Başka bir yerde ise şöyle devam ediyordu: “Ruhum katledilecek, bedenim fahişe gibi kullanılacak”. 1895’te yani hastalığının üçüncü yılında hastalığında bir söylem değişikliği meydana gelmişti, artık erkekliğinin yok edilmesiyle bir uzlaşma içerisine girmişti. Şöyle diyordu: “Şeylerin düzeni ben istesem de istemesem de mutlaka erkekliğimin yok edilmesini talep ediyor. Başka mantıklı yol yok.” Ve artık Schreber için bu dönüşümün kabul edilebilir bir nedeni vardı: Yeni bir insan ırkının yaratılması. Bedenine çok sayıda kadın siniri nakledilmişti, bunlar doğrudan Tanrı tarafından döllenecek ve bunlardan yeni bir insan ırkı ortaya çıkacaktı. İlk önce bir zorunluluk olarak ona dayatılan bu dönüşüm, daha sonra Tanrının ondan kendi tatmini için istediği bir şeye dönüşmüştü. Artık Tanrı’nın kadını olmaya razıydı. Şöyle diyordu: “O zamandan bu yana yaptıklarımın tümüyle bilincinde olarak sancağıma kadınlığımın inceliğini yazdım”. Artık kabullendiği bu dönüşüm onu varoluşsal düzeyde biricik bir yere de konumlandırıyordu. Çünkü Tanrı sadece özel insanlarla bu tarz bir iletişim -sinir bağlantısı- kurardı. Bu, Schreber için aynı zamanda bir Mesihlik misyonunun inşa edilmesiydi. Bu inancını destekleyecek şekilde Güneş’in yanı sıra ağaçlar ve kuşlar da kendisiyle insan dilinde konuşuyordu. Schreber’in kliniğinde bu özetlediklerimin dışında birçok psikotik fenomen bulunsa da ben sunumun bundan sonraki kısmını bedenindeki dönüşüm fenomeninin yorumu ile sınırlı tutacağım.

Freud yorumunda, vakanın bu kısmı ile ilgili şöyle diyor: “Hastalığını harekete geçiren neden, bir eşcinsel libido patlamasıydı. Bu libidonun nesnesi olasılıkla baştan itibaren doktoru Flechsig idi ve libidinal itkiye karşı savaşımı semptomlara neden olan çatışmayı yaratmıştı.” Yani Freud, Schreber'in sanrısal olarak bir kadına dönüşmesini “çatışmanın çözümü” olarak konumlandırmıştır. Schreber'in doktoruna karşı bir kadın fahişenin rolünü oynamaya razı olması imkansızdı; ancak Tanrı'nın kendisine ihtiyaç duyduğu şehvetli hisleri sağlama görevi, egosunun böyle bir direnişini gerektirmiyordu. Bu sanrı sayesinde birinin kadını olmak artık bir utanç kaynağı değildi. Bu arzusu sanrı ile birlikte Şeylerin Düzeni ile uyumlu hale gelmişti, büyük kozmik olaylar zincirinde yerini almıştı ve insanlığın yok oluşundan sonra yeniden yaratılmasına vesile olmuştu. Egosu megalomanisinde telafi bulurken, fantazisi yolunu bulmuş ve kabul edilebilir hale gelmişti. Artık bu sayede mücadele ve hastalık sona erebilirdi. Lacan ise yapısal bir yaklaşım benimseyerek Schreber'deki bedensel dönüşümü, temel bir gösteren eksikliğiyle, Baba-nın-Adı’nın menedilmesi ile temellendirir. Bunun detayına gireceğim ama öncesinde Lacan için bedenin ne anlama geldiğine biraz daha yakından bakmak gerekli.

Lacan için beden, organizma ile aynı şey değildir. Organizmanın aksine kişi bedeniyle doğmaz. Beden ikincildir, inşa edilmesi gerekir. Organizma, Öteki ile, dilin etkileri ile yani kastrasyon ile karşılaştığında bedene dönüşür. Bu dönüşüm anı için belirli bir noktayı işaret etmemiz gerekirse bu an, özneye bir birlik imgesi öneren ayna evresi olacaktır. Ayna evresinin öncesini de hesaba kattığımızda beden yaşantısını -tıbbın bize öğrettiğinin aksine- iki boyutlu olarak düşünmeliyiz. İlki, birinci şahıs perspektifinden yaşantıladığımız, yaşantımızın sınırlarını çizen özne olarak beden, ikincisi ise üçüncü şahıs perspektifinden görülebilen, kişilerarası boyuttaki varlığıyla nesne olarak beden. Her ne kadar sağduyumuz bize bu ikisinin bir ve aynı olduğunu söylüyorsa da bazı patolojik durumlar bu çakışmanın her zaman olmadığını bize gösterir. Örneğin depersonalizasyon yaşantıları, aynada beden imgesinin değiştiğine dair yaşantılar veya hayalet uzuv ve anosognozi gibi bazı nörolojik fenomenler. Bu iki katman, ayna evresinde Öteki, yani dil aracılığı ile birbirine tutturulmuştur. Kişi bu evrede bir beden imgesi ile özdeşleşerek, benim dediği yaşantıyı belirli bir beden imgesi ile sabitler. Yani simgesel düzen (bununla belirli bir gösterenler sistemi kastedilir), imgesel düzenin tutarlılığını sağlar. Yani elimizde ayna evresi aracılığıyla kavradığımız birbirine bağlı bu iki beden vardır: İmgesel beden ve simgesel beden. Ve bir de canlı, yaşayan bir organizma olduğumuz için buna eklenen üçüncü bir beden: Gerçek beden. İşte dil öncesi mitik bir bütün olan organizmanın, dil ile karşılaşması sonucunda elimizde kalan bedeni, Lacancı bir bakış açısında kısmi ve üç katmanlı bir beden olarak düşünmeliyiz. Gerçek yani canlı beden veya cinsel beden, jouissance’ın titreşimini barındıran bedendir. Simgesel yani konuşan beden, gösterenin işleyişiyle boşaltılan, jouissance’tan ayrılan bedendir. Bu ayrımla birlikte jouissance, kendini erojen bölgeler olan kenarlara yerleştirecektir. Lacan’ın ifadesiyle bu beden “bir jouissance çölüdür”. Beden artık “Öteki’nin yatağıdır”. Simgesel, bedeni ele geçirmiştir. Dil bu bedeni sana atfetmiş, senin için birlik haline getirmiştir ama bunun etkisi bedeninin canlılığının yok edilmesi, jouissance’ın tahliyesidir. İmgesel beden ise beden imgesi aracılığıyla canlı bedene biçim, anlam ve tutarlılık veren şeydir. Bu beden, çevredeki nesneleri ve onlara bahşedilen anlam dünyasını da içine alan bir bedendir. O halde şunu söyleyebiliriz: Bedenin oluşması için, Simgesel, İmgesel ve Gerçek halkalarının bir arada düğümlenmesi gereklidir ve tutarlı bir beden yaşantısı da bu düğümün varlığının devamı sayesinde mümkündür. Peki o halde bu düğümü sağlayan şey nedir? Lacan’a göre halkaların bağlanmasının -tek yol değilse bile- yollarından biri Baba-nın-Adı metaforudur. Bu da bizi yukarıda adını andığım Lacan’a göre psikozun temel mekanizmasına (Baba-nın-Adı’nın menedilmesine) geri getiriyor. Psikotiği nevrotikten ayıran, öznenin kastrasyon tehdidine, yasaya verdiği gösteren düzeyindeki yanıttaki farklılıktır. Oidipal dönemde nevrotik, Annenin Arzusu sorusuna Baba-nın-Adı göstereni aracılığıyla yanıt sağlarken, psikotikte bu metaforizasyon işlemi gerçekleşmez ve Annenin Arzusu sorusu yanıtsız kalır. Lacan, psikozun temel mekanizması olarak ifade ettiği bu mekanizmaya Baba-nın-Adı’nın menedilmesi adını verir.

Bedenin kurulumu ile ilgili bu formülasyon bize nevrotiğin ve psikotiğin bedeninin birbirinden ayrı düşünülmesi gereken iki ayrı mefhum olduğu fikrini verir, çünkü kastrasyona yani ilksel travmaya iki farklı yanıt geliştiren iki öznel yapının bedenleriyle ilişkisi de farklı olacaktır. Baba-nın-Adı’nın tesis edilmiş olduğu nevrotik için bedeni, gösteren etkisiyle jouissance’ından arındırılmıştır ve erojen bölgelere dağılmış bir fallik jouissance ile donatılmıştır. Bu beden imgesel olarak tutarlıdır, kendisini ve bedenini çevreleyen dünyanın nesnelerini anlam bahşedilmiş olarak bulur. Konuşmanın yani dilin, nevrotiğin bedeni üzerinde etkisi vardır. Baba-nın-Adı’nın tesis edilmediği yani menedildiği psikotiğin bedeni ise, bu düğümlenmeden mahrumdur ve bu beden, kendisine Baba-nın-Adı’nı kısmen de olsa ikame edecek telafi mekanizmaları bulamadıkça düğümlenmemiş olarak kalacaktır. Düğümlenmemiş beden katmanları demek, öncelikle jouissance’ın tahliye edilemediği bir beden yaşantısı demektir.

Bunun ne anlama geldiğini Schreber’in “şehvani” bedeninde görebiliyoruz. Onun bedeni, nevrotiğin aksine bir jouissance çölü değildir, her bir parçası jouissance tarafından işgal edilmiştir. Parmaklarıyla hissedebildiği şehvani sinirleri, iç organlarında hissettiği yaraları ve bedenindeki mucizeleri hatırlayın. Nevrotiğin, canlılığından arındırılmış ve sessizce işleyen organlarının aksine Schreber’in bedeni jouissance’ın titreşimleriyle varlık bulur. Bunu şöyle de formüle etmek mümkün: Temel bir gösterenin eksikliği nedeniyle simgesel bedene yatırım yapılamaması (Öteki’nin olmaması) nedeniyle psikotik, tüm yatırımını Gerçek bedene yapar. Schreber, menetmenin bir sonucu olarak bedeninde sınırlandıramadığı jouissance’ı lokalize edecek yeni bir bedene ihtiyaç duyar. Schreber’in bedeni ile ilgili sorunu ve buna bulduğu çözümü, Lacan’ın Ecrits içerisinde yer alan “Psikozun Olası Tedavisine Öncül Bir Soru Üzerine” isimli metninden bir alıntı yaparak anlamaya çalışalım. Lacan burada Schreber’in bedensel dönüşümü hakkında şöyle diyor: “Schreber’de fantazi oluşumunda bir aracı eksikliği, simgesel düzende bir eksiğe işaret eder. Psikotik, dış dünyada ortaya çıkan bir olay karşısında bir dile getirme, anlamlandırma imkansızlığıyla karşılaşır. Gerçekte vuku bulan olay, Simgeselin görevini yapamaması ile İmgesele dolaysız taşınır. Schreber’de bunu kadına dönüşme deneyiminde görüyoruz, fantazi olarak değil Gerçek bir deneyim olarak hayat bulur. Schreber’in Tanrı’nın kadını olma deneyimi, başarısız Oidipus’un -fantazi olarak ve bastırılmış olarak değil- İmgeselde gerçekleşmesidir.” Lacan burada üç düzene de atıfta bulunarak bu bedensel dönüşümü açıklıyor. Meselenin merkezine Simgesel’deki eksikliği yerleştiriyor. Bu yoruma göre, simgesel aracı eksikliği sonucunda, Gerçek’teki olayın (yani kastrasyonun menedilmesi, dolayısıyla jouissance’ın tahliye edilememesi) İmgesele (bedenin ve dünyanın imgelerine) taştığını yani verili imgesel tutarlılığı bozduğunu, bunu kompanse edebilmek adına imgeselde bir değişikliğin zaruri hale geldiğini anlıyoruz. Burada zaruri hale gelen imgesel değişiklik, imgesel bedendeki dönüşüm olacaktır. Yukarıda açıkladığımız formülasyon gereği de yeni bir beden imgesinin oluşturmak ve tutarlılığını sağlamak için yeni bir simgesel beden gerekecektir. İşte bu yeni bedeni inşa etmenin yolu da önceden varolmayan bir simgesel dayanak üretmekten yani sanrısal metafordan geçecektir. Schreber için bu sanrısal metafor, Tanrı’nın Kadını olduğu sanrısıydı. Schreber, sanrısal metaforun oluşumu sonrasında, Tanrı ile çiftleşme misyonuna sahip bir kadın olduğundan son derece emindi ve bu misyon sayesinde mevcut olanın yerine yeni bir insan ırkı ortaya çıkabilirdi. Ve bu sanrı onu çalışmaya itmiş, ona huzur vermişti çünkü böylece her şey yerli yerine oturmuş, anlam sabitlenmişti. Ama bu dönüşüm bir anda olmamış, imgesel bütünlüğü yeniden tesis edilene kadar bedeni, sanrıların ve varsanıların etkisiyle çeşitli dönüşümlerden geçmişti. Buradaki önemli bir mesele de bu dönüşümün “asimptot” olmasıdır. Gerçekliğin etrafında döndüğü bu asimptot Tanrı’nın Kadını olma fikri, İmgeselin yeniden tutarlılık kazanması için temel bir çekirdek olarak kullanılır. Schreber bu sayede kendisini İmgeselde yeniden kurmuş (yani anlamlandırma sistemine yeniden bağlanmış) ve böylece kendisini “insan onuruna layık” bir insan olarak tanıyabilmiş ve -öncesinin aksine- gerçek ötekileri yeniden tanıyabilmiştir. Yeni bedeninin etrafında şekillenen yeni gerçekliğin başka bir önemli yanı da söylem dışında kalmış olan özneye kendisini tekrar toplumsal bağa katma şansı sunmuş olmasıdır. Yeniden inşa edilmiş simgesel bedeni aracılığıyla Schreber, kendi yaşantısının S2’nin mevcut bilgi birikime entegre edileceğine inanıyordu. Hatırat’ta şöyle diyordu: “Hayatımın gerçek amacını ancak sözde sanrılarımın hakikatini ortaya koymayı başarırsam görebilirim, böylece diğer insanlar ikna olacak ve insanlık Tanrı'nın doğasına dair daha gerçek bir kavrayış kazanacaktır”. Başka bir yerde de şöyle diyordu: “Tüm bedenimin, başımın tepesinden ayaklarımın tabanına kadar şehvet sinirleriyle dolu olduğu iddiamın doğru olup olmadığını tespit etmek için bedenimi her zaman tıbbi muayeneye sunmaya hazırım.”

Özetle Schreber, sanrısal metafor aracılığıyla üç katmanlı bedeni yeniden inşa etmiş ve birbirine geçici de olsa düğümleyebilmiştir. Bu sayede Baba-nın-Adı’nın menedilmesinin etkilerini iyileştirme ve dengeleme şansı bulmuştur. Schreber hem kendisi için var olmayan bir Babayı/Simgeseli (Tanrı/Şeylerin Düzeni) var etmiş hem de var olmayan bir bedeni (Tanrının kadını) icat etmiştir.



*Bu metin, 16.03.2025 tarihinde Psikanaliz Araştırmaları Derneği'nin “Travma ve Psikoz” konulu Çalışma Günü’nde sunulmuştur.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Psikozun Söylem-dışılığı

Lacan, Bilinçdışının Oluşumları  isimli V. Seminer’ inde klinisyenlerin karşı karşıya kaldığı tanı koyma meselesiyle ilgili olarak...

 
 
 
Irkçılık Neden Hala Var?

Dünyamız ve coğrafi bölgemiz her zaman olduğu gibi maalesef yine zor bir dönemden geçiyor. İnsanlık olarak uygarlığın, teknolojinin ve...

 
 
 

Yorumlar


bottom of page