Nesne a, Lacan’ın psikanalize en büyük katkılarından birisidir ve Lacan, bu kavramla birlikte psikanalizin nesnesinin ne olduğu tartışmalarına yeni bir boyut eklemiştir. Sözkonusu psikanaliz olunca nesne kavramı, aynı özne kavramında olduğu gibi kelimenin gündelik kullanımından oldukça farklı bir şekilde kullanılır. Gündelik dilde nesneyi, çevremizde gördüğümüz, elle tutulur, duyu organlarımızla algılanabilir, yer kaplayan şeyler için kullanırız; ancak psikanalizde hiç de böyle değildir. Psikanalizde nesne, bir zamanlar var olduğuna inanılan ancak şu an var olmayan –yani artık elle tutulur, duyu organlarıyla algılanabilir olmayan- başka bir deyişle özne tarafından yitirilmiş olandır.
Freud, nesne hakkındaki bu görüşünü ilk kez 1917 tarihli makalesi “Yas ve Melankoli”de dile getirir. Edebi bir tarifle şöyle der “nesnenin gölgesi benliğin üzerine düştü”. Nesne, varlığı ile değil, yokluğu, yani gölgesiyle bir etki yaratır; onu, nesne kategorisine koyan şey yokluğudur. Bir şey, mesela çocuk için annesinin memesi, başlangıçta varken henüz bir nesne değildir, kendisinin bir uzantısıdır. Bu meme, uzaklaştığı andan yani çocuk için bir yok-meme olduğu andan itibaren nesne statüsü kazanır. Bu andan itibaren çocuğun zihnine bir temsil olarak kaydedilir. Meme, nesne olmasıyla –yani bir yokluğun yerini tutan temsil özelliği kazanmasıyla- birlikte artık –başlangıçtakinin aksine- hayal edilebilir, arzulanabilir, ikame edilebilir hale gelir. Öncesinde her şey tamam iken, bir bütünlük içerisindeyken çocuğun arzulayabilecek, düşleyebilecek hatta düşünebilecek bir alanı yoktur, bütün bunlar bir eksikliğin peyda olması ile başlar. Bu eksiklik üzerine hayal, fantazi, düşünce meydana gelir. Nesne, kendi değerini kaybıyla birlikte kazanmakla kalmaz, organizmanın tamamına da bu yolla bir hareket getirir.
Buraya kadar bahsedilenlerden nesnenin, imgesel bir nesne olduğunu anlıyoruz. Ne demek imgesel? Bunu sadece Türkçedeki imge kelimesinden hareketle düşünmemek gerekir. İmgesel, Lacan’ın varlığın kendisini kaydettiğini düşündüğü üç temel düzenden birisidir. Fransızca Imaginaire’den çevrilmiştir, yani imajinasyonla, hayal edebilmeyle, tahayyül ile ilgilidir. Yani İmgesel, bu yitirilmiş nesnenin özne tarafından hayal edilebilen, tahayyül edilebilen formlarının kaydedildiği düzendir. Bu da bize öznenin, kendi ortaya çıkışıyla eşzamanlı olarak kaybettiği, hemen ardından tekrar elde etmek için çabaladığı nesnenin, hayal gücü aracılığıyla temsil edilebilir olduğunu söyler. Bu temsil bazen bir imgedir, kişinin aynada veya başkasının gözünde gördüğü kendi imgesi de olabilir, zamanında kendisiyle bir tuttuğu bir ötekinin imgesi de. Bazen de kaybedilen bir niteliktir. Bir zamanlar sevdiğiniz, sizi seven ama artık hayatınızda olmayan insanları tarif etmek için kullandığınız nitelikler. Lacan’ın ilk döneminde -ki burada 1950’lerin sonuna kadar olan dönemi kastediyorum- nesneyi, bu temsil edilebilir kayıp üzerinden kavradığını söyleyebiliriz. Lacan, yitirilmiş ötekiye atıfta bulunan bu imgesel nesneye nesne a (Fr. objet petit a) adını verir. Bu kavramı da nesne’nin yanına italik bir küçük a harfi koyarak oluşturur, buradaki a, Fransızca öteki anlamına gelen Autre kelimesinin başharfidir. Ancak Lacan, 1960’lı yıllara geldiğinde yani 9. ve 10. seminerden itibaren, öğretisinde köklü bir değişikliğe gider ve bu değişiklikten nesne a da nasibini alır. Bu yıllarda Lacan, Gerçek (Fr. Le Reel) adını verdiği bir kayıt düzeni ile ilgilenmeye başlar. Öncesine göre farkı kabaca şöyle özetleyebiliriz: 1950’li yıllarda Lacan’ın temelde ilgilendiği iki düzen vardı; ilki, biraz önce bahsettiğimiz hayal edilebilir, fantazi kurulabilir boyut olan İmgesel. İkincisi ise yaşantının -yani burada ilksel kaybın- dil ile (gösterenler aracılığıyla) kaydedildiği boyut olan Simgesel. 50’li yıllardaki Lacan’a göre, bedensel bir varlık olarak özneye içkin olan dürtü ve libido (sonrasında Lacanın bu kavramı geliştirerek Jouissance ile değiştirecektir) bu iki düzene yani İmgesel ve Simgesele indirgenebilir. Cinsiyetlenmiş ve konuşan bir varlık olarak özne, tüm boyutlarıyla bu ilksel kaybını Simgesel ve İmgesel aracılığıyla temsil edebilir. Yani neyi kaybettiğini ve neyi arzuladığını hayal edebilir, dile getirebilir, dil yani gösterenler aracılığıyla kayda geçirebilir. 60’lardaki dönüşümü ile birlikte bu fikri değişecektir. Artık beden ve dürtüyle doğrudan ilişkili farklı bir düzen daha vardır. Bu düzen içerisinde basitçe simgesele indirgenemeyen, temsile direnen bir taraf her zaman mevcuttur. İşte bu dile getirilemeyen ve temsil edilemeyen alana Lacancı Gerçek adı verilir. Bu değişim ile birlikte nesne a da temsil edilemeyen kendinde şey (Alm. Das Ding) mertebesine ulaşır. Artık işler iyice zorlaşmıştır, nesne zaten kayıptı, ona ulaşmak yalnızca fantazi aracılığıyla gerçekleşebiliyordu, yalnızca temsili mümkündü, Lacan artık bu temsil imkanını da ortadan kaldırıyordu. Nesne a’nın Simgesel ve İmgesel aracılığıyla temsil edilemeyen, Bedenin Gerçeği ile ilişkili bir şey olduğunu söylüyordu bize. Lacan’ın 1960’lardan itibaren tutunduğu nesne a kavramının ne olduğunu kavrayabilmek için, bedenin gerçeği fikrini anlamak gereklidir. Arzumuzun nedeni olan, fantazilerimizde peşinden koştuğumuz, karşımızda bulunca da kaygıya kapılıp ardımıza bakmadan kaçtığımız bu yüce nesne, Lacancı Gerçeğe gömülüdür. Bu Gerçek fikrini anlamak için Lacan’ın aynı dönemde Varlığı ele alma biçimine de bakmak gerekir. Şimdi sizi, Lacan’ın varlığı tartıştığı çetrefilli bir alana davet ediyorum.
Lacan, Kaygı isimli 10. Seminerinde “Öteki’nin Bölme İşlemi” ismini verdiği bir şema anlatır. Dikey bir çizgiyle ortadan ikiye bölünmüş bir tablo düşünün. Sağ tarafta Varlık (İng. Being), sol tarafta ise Varoluş (İng. Existence) vardır. Bu esasen matematiksel bir bölme işlemidir. İlk bakışta bölen ve bölünen (Varlık ve Varoluş) aynı anlama geliyormuş gibi görünse de önemli bir farkı vardır. Lacan’ın kavrayışında Varlık, henüz dil ile işlem görmemiş, üzerine hiçbir şey söylenmemiş, hiçbir ayrıma tabi tutulmamış saf varlık halidir. Örnek olarak yeni doğmuş bir bebeğin varlığını verebiliriz, henüz dil ile karşılaşmamıştır, onun için ben diye bir şey olmadığı gibi, öteki ve dış dünya diye bir şey de yoktur, duyumsadığı tek şey varlığın bütünüdür. Algıladığı her şey, aynı kendi bedeni gibi varlığının bir parçasıdır. Ötekilere ve dile kayıtsızdır. Ağlaması, bağırması, beslenmesi ve dışkılaması tamamen kendi keyfine (veya jouissance’ına) tabidir. Bu anlamda dil ile bölünmemiş bir öznedir ve jouissance’ın öznesidir. Bu bölünmemiş özne (yani Lacancı gösterimde üstü çizili olmayan S harfi) tablonun sağ tarafında yani Varlık tarafındadır. Tablonun sol tarafında yani Varoluş kısmında ise Büyük A harfini yani, Büyük Öteki’yi görürüz. Yani varoluşu, dil ile işlem görmüş Varlık düzeyi olarak anlayabiliriz. Bebek örneğimizden devam edersek, kendisinin farkında olduğu bir adı bile olmayan, nasıl birisi olduğuyla ilgili fikri olmayan, henüz birisi bile olmayan, sadece var olan bu bebek, henüz rahme düştüğü andan itibaren, özellikle doğumundan itibaren kendi iradesi dışında bir sürü cümlenin öznesi ve nesnesi olur, yani dile girer. Başkaları için onun bir ismi vardır, nasıl birisi olduğu, ileride ne yapması gerektiği kendisinden önce belirlenmiştir, yani henüz bilinci olmaksızın Öteki’nin sahasında (söyleminde) varoluşa gelmiştir. Tablonun solunda, yani varoluş kısmında, A harfiyle gösterilen Büyük Öteki’nin hemen altında, Bölünmüş Özneyi (üstü çizili S harfini) görmemizin nedeni budur. Dil öncesinde Var olan özne, dilin işlemesiyle Öteki’nin alanında varoluşa gelir (yani üstü çizilir). Henüz ben veya bilinç ortalıkta yokken, kendisini Öteki’nin (yani dilin, kültürün, ideolojinin) çatısı altında inşa edilmeye başlamış bulur. Kendinin bilincine vardığında, çoktan varlığını –varlığıyla birlikte keyfinin bir kısmını- feda etmiş ve bunun karşılığında kendini dil aracılığıyla bir sosyal bağa, ideolojiye, aile öyküsüne dahil edilmiş bulur. Özetlersek tablonun sağ, yani Varlık tarafı Lacancı Gerçek ile, sol yani varoluş tarafı ise Simgesel düzen veya Öteki ile ilişkilidir. Bu şemanın isminin “Öteki’nin Bölme işlemi” olduğunu söyledik. Metamatikten biliriz ki bazı bölme işlemlerinde kalan olur, Bu bölme işlemi de kalanlı bir işlemdir, çünkü insan için Varlık ve Varoluş birbirine denk düşmez. Varlığın (yani Gerçeğin) tümü Varoluşa getirilemez (yani Simgesel aracılığıyla temsile indirgenemez). Bu bölme işleminde Bölen Öteki, Bölünen ise Özne’dir. Bu işlem sonucunda Bölüm, yani işlemin sonucu Öteki alanına yazılan Bölünmüş (yani üstü çizili) öznedir. Bu bölme işleminin kalanı ise nesne a’dır. Yani, Öznenin Ötekiye Bölünmesiyle geriye kalan artık, fazlalıktır nesne a. Bu işlem bize nesne a ile ilgili ne anlatır? İlk olarak, nesne a tüm simgeselleştirme işlemlerinden sıyrılan, bu işlemlerle tüketilemeyen, herhangi bir temsili olmayan Kendinde Şey’dir (Alm. Das Ding). İmgeselde ve Simgeselde herhangi bir karşılığı yoktur. İkinci olarak işlem sonucunda kalan nesne a’nın, Öteki tarafına yazıldığına dikkat etmeliyiz. Evet nesne a, Varlığın temsile indirgenemeyen kısmıdır. Ancak yine de temsilin, simgeselin mahali olan Öteki’nin alanına yazılır. Bu da şu demek, özne her ne kadar aradığı, fantazisine konu edindiği nesneyi temsil edemese, kelimelere dökemese de, aradığını Simgeselin imkanlarıyla elde etmesi mümkün değilse de, nesnesini Öteki’nin mahalinde aramaya devam eder. Bu imkansız bir arayıştır çünkü bölme işleminde de gördüğümüz gibi varlığın bütününü anlamlandırmak mümkün değildir, simgesel düzende bir eksik, bir gedik vardır. Nesne a bu gediktir. Bu gedik ile, eksik ile karşılaşmak özne için kaygı vericidir. Tam bu noktada işin için fantazi girer. Fantazi, bu eksiği kapatan örtüdür. Bir fantazimiz olduğu için nesne a, Öteki’nin tarafındadır. Özne, varoluşundaki eksik ile karşılaşmak istemez. Öteki’de olduğunu varsaydığı bir nesneyi konu edinen bir fantazi kurar, bu sayede arzulamaya devam eder, fantazisinin peşinden koşar ancak fantazinin asıl işlevi bu nesneye ulaşmak değildir. Lacan, 10. Seminerinde fantazinin asıl işlevini bir örnekle anlatır, Bir pencere camına çizilmiş bir resim düşünmemizi ister ve sonrasında bir pencerenin resim çizmek için pek de iyi bir seçenek olmadığını söyler, çünkü cam, boya tutması için iyi bir yüzey değildir, yansımalar ve camın geçirgenliği görüntüyü bozabilir, zaten o cam oraya resim çizilsin diye de koyulmamıştır. Ama zaten, Lacan’a göre bu resmin buraya çizilmesindeki amaç çizilen resmin kendisi değildir; amaç, camın arkasını, görülmesi istenmeyeni saklamaktır. Resim ne kadar güzel olursa olsun, resmin hakikati kendi güzelliği değil, kapatma işlevidir. İşte nesne ile ilişkili iki katman, ilki camın arkasındaki, bu örnekte resmin kapattığı, dile getirilemeyen boşluk, yani Lacancı Gerçek. İkincisi ise esasen ilkini kapatmaya yarayan ama görünüşte arzuladığımız nesneleri Öteki’nin sahasında aradığımız fantazi boyutu. Bu iki katmanla ilişkili olarak da iki nesne sayabiliriz. İlki nesne a, yani arzunun nesne nedeni, yani arzuya neden olan nesne. İkincisi ise fantazideki imgesel nesne, yani arzu nesnesi. Bunlar psikanalizin Gerçek ve İmgesel nesneleridir. Peki Lacan için varlığın üçüncü düzeni olan Simgesel’de nesneden bahsetmek mümkün mü? Simgesel’de arzu ile ilişkili bir nesneden bahsedilemez. Simgesel nesne, arzunun değil talebin, Öteki’nin talebinin nesnesidir. Yani Öteki’nin bizden talep ettiği nesneler. Örneğin para, araba, mal mülk, diploma, ünvan vs. Bunlar simgesel düzende doğrudan temsili olan, bir değişim değeri olan talep ile ilgili nesnelerdir, kendinden kaynaklanan bir değeri olmadığı için elde edildiğinde değeri azalan, heyecanı kaybolan, hep daha fazlası istenen nesneler. Psikanalizin ilgilendiği nesne bunlar değildir.
Psikanalizde nesne denildiğinde akla gelen başka bir kavram daha vardır. Bu da kısmi nesnedir. Nesne a’yı daha iyi anlayabilmek için Lacan’daki kısmi nesnenin, nesne a ile olan farkına bakmak gereklidir. Kısmi nesne ifadesi, ilk olarak Karl Abraham’ın çalışmalarına dayansa da bunu kavram düzeyine yükselten ve psikanalizde adı sık anılır hale getiren Melanie Klein’ın çalışmaları olmuştur. Lacan da ilk dönem çalışmalarında Kleincı psikanalizden etkilenmiş ve bu kavrama özel önem göstermiştir. Ancak Lacan bunu Kleincı anlamda kullanmamış, aksine bu kavramı nesne ilişkileri kuramına bir itiraz için yararlı bulmuştur. Klein, çocuğun gelişimini nesneyle ilişkisi bağlamında formüle ederken, Çocuğun, yaşamına bir başkasının bütünüyle değil sadece bir parçasıyla ilişki kurarak başladığını söyler. Bu teze göre çocuk ilk başta, temasta olduğu kişileri kendi algısal yetersizliği nedeniyle bir bütün olarak göremediği ve yalnızca anlık hazlarla ilgilendiği için, ilk nesneleri her zaman kısmi nesnelerdir. Çocuk için ilksel kısmi nesne de annenin memesidir. Çocuğun algılama kapasitesi geliştikçe onu bir bütün anne olarak görmeye başlar. Lacan, Klein’ın bu nesneleri, bütün bir nesnenin yalnızca bir parçası oldukları için kısmi olarak tanımladığını, böylece nesneye hatalı bir şekilde tamlık duygusu atfettiğini söyler, bu nedenle de bu görüşü yanlış bulur. Bu fikre karşı çıkan Lacan, bu görüşün Freud’daki kaynağının, dürtünün her zaman parçalı olduğu fikri olduğunu hatırlatır. Çünkü Freud’a göre dürtüyü bir bütün olarak değil bedenin farklı kısımlarının işe karıştığı kısmi dürtüler olarak anlamak gerekir. Bu görüşe sadık kalmanın gerekliliğini ortaya koyan Lacan, tüm dürtülerin kısmi dürtüler olması gibi, tüm nesnelerin de zorunlu olarak kısmi nesneler olduğunu savunur. Lacan’a göre, “bu nesneler bütün bir nesnenin, bedenin bir parçası oldukları için değil, onları üreten işlevi (yani dürtünün işlevini) yalnızca kısmen temsil ettikleri için kısmidirler.” Başka bir deyişle, bilinçdışında bu nesnelerin biyolojik işlevleri temsil edilmez, yalnızca haz verme işlevi temsil edilir. Dahası Lacan, bedenin belirli kısımlarını bir kısmi nesne olarak izole eden şeyin biyolojik olarak verili herhangi bir şey değil, dilin anlamlandırma sistemi olduğunu savunur. Yani bir nesneyi kısmi olarak tanıyan, bilinçdışının yapısını oluşturan dildir.
Freud’un görüşlerine geri dönüp bu fikrin Lacan’daki gelişimini daha basit bir şekilde ifade etmeye çalışırsak şuradan başlayabiliriz. Freud için libidinal dürtü, bedende belirli erojen alanlar aracılığıyla tezahür ediyordu. Bu erojen alanlar (örnek olarak ağızı veya anüsü verebiliriz), bedenin bir başka bedenle, dış dünya ile etkileşim içerisine girdiği bedensel bölümlerdir, bedenin dışarıya –Öteki’ne- açılan kapılarıdır. Ve bu erojen alanlar her zaman belirli bir nesne ile ilişki halindedir (örneğin ağzın meme ile, anüsün dışkı ile ilişkisini düşünün). Erojen bölgenin uygun bir nesneyle fiziksel uyarımı sonucunda belirli bir tatmin oluşur. İşte bu fikir, yani bedenin bir bütün olarak değil, kısmi bir beden parçasıyla maddi bir ilişki içerisinde bir tatmin oluşturabilmesi, kısmi nesneye tanımını verir. Bedenin erojen açıklıklarının bir tatmin türü oluşturacak şekilde ilişki içerisinde olduğu bu nesneye kısmi nesne denir. Burada adı geçen tatmine, Lacancı kuramda jouissance adı verilir. Yeniden tanımlarsak kısmi nesne, -henüz dil işin içerisine girmemişken- erojen alanlarla ilişkili olan jouissance’ın nesnesidir. Bu tanımı derinleştirebilmek ve örnekler verebilmek için, bu dürtü kayıtlarının –yani kısmi dürtülerin- ne olduğu konusuna açıklık getirmek gerekir. Öncesinde sayısı daha çok olsa da 11. Seminerden yani 1960’lı yıllardan itibaren Lacan için temelde dört dürtü kaydı vardır. Her bir dürtü kaydıyla ilişkili olan -yani dürtünün bedende tezahür ettiği bir erojen bölge ve her erojen bölgeyle fiziksel ilişkide bulunan bir kısmi nesne bulunur. Bu dürtü kayıtlarının ilki oral dürtüdür, bu dürtü kaydıyla ilişkili erojen bölge ağız, bu erojen bölgeyle temas halindeki kısmi nesne ise meme ucudur. İkincisi anal dürtüdür, bu dürtü kaydıyla ilgili olan erojen bölge olarak anüsü, kısmi nesne olarak ise dışkıyı söylememiz uygun olur. Üçüncüsü skopik (yani görsel alana dair olan) dürtüdür, bununla ilişkili erojen bölge göz, kısmi nesne ise imgedir. Son olarak dördüncü dürtü kaydının vokal (yani ses ile ilişkili) dürtü olduğunu söyleyebiliriz. Bu dürtüyle ilişkili erojen bölge kulak, kısmi nesne ise sestir. Burada vurgulanması gereken şey, bu dört kısmi nesnenin fiziksel dünyaya ait olması ve bunların özneden farklılaşmamış olmasıdır. Varlık düzeyindeki, yani bölünmemiş özne, henüz dile girmeden bunları kendisinden ayrı bir antite olarak kavramaktan uzaktır. Memenin, dışkının, kendisini çevreleyen imgelerin ve seslerin kendisinden ayrı olup olmadığı ile ilgili bir fikir geliştirmez. Ancak bir yandan da bu nesnelerin kopabilirliğini, uzaklaşabilirliğini deneyimlemeye yakındır. Bu, dilin yani Simgesel’in yaşamına dahil olmasıyla bir mesele haline gelecektir. Bu kopabilirlik, uzaklaşabilirlik deneyiminin libidinal faaliyet ile yakın bir ilişkisi vardır ve bu libidinal faaliyet anlarında özne, nesnenin neden olduğu uyarılma veya jouissance ile örtüşür. Bu anlamda kısmi nesne, mitik bir nesnedir, çünkü ona dair deneyim, öznenin oluşumunun hemen öncesine dair bir deneyimdir.Bu noktada artık, kısmi nesnenin hangi bakımdan nesne a’dan farklı bir kavram olduğuna bakmamız gerekir. Buradaki ayrım Simgeselin işin içine girmesiyle netleşir.
Nesne a, dilin kullanımıyla mitik kısmi nesneden kalan şeye atıfta bulunur. Yani nesne a, dilin kullanılmasının yol açtığı dönüşüm sonrasında kısmi nesneden geriye kalan şeydir. Kısmi nesnenin aksine nesne a, fiziksel dünyada var olan elle tutulur bir nesne değil, varlığın gerçeğinin simgeselleştirilemeyen yüzüdür. Bunun ne demek olduğunu biraz daha açalım. Yukarıda Lacan’ın “Öteki’nin bölme işlemi” isimli şemasını anlatmıştım. Üstü çizili olmayan, yani Varlık düzeyinde yer alan, jouissance’ın öznesinin, Öteki’nin alanında kendisini varoluşa getirdiğinden bahsetmiştim. Bunu da dili kullanarak Varlığını, imgesel ve simgesel düzen içerisinde temsile indirgemesi aracılığıyla yapıyordu, bu işlemden geriye kalan yani temsile indirgenemeyen şeye ise nesne a demiştik. Kısmi nesneden nesne a’ya geçiş için de benzer bir mesele söz konusudur. Henüz dil öncesi, Varlık düzeyinde var olan –bu nedenle mitik dediğimiz- kısmi nesne, özne tarafından sonrasındaki yaşamı boyunca belirli yönleriyle temsil edilmeye çalışılır. Bunun için gösterenleri kullanır, Gerçek düzendeki deneyim havuzunu, gösterenler aracılığıyla boşaltır. Ama yine de Gerçeği tüm yönleriyle temsile indirgemeyi başaramaz, çünkü hakikat bütünüyle söze dökülemez. Mitik zamanda onun için tam bir doluluk deneyimine atıfta bulunan nesneler, gösterenler aracılığıyla bilinçdışında temsil edilir. Ancak bu işlemden bir artık kalır, bu da nesne a’dır. Özetle nesne a, her bir dürtü kaydındaki kısmi nesnenin temsil edilemeyen yanına atıfta bulunur. Bu tanımla birlikte her bir dürtü kaydındaki nesne a’nın neye karşılık geldiği hakkında konuşabiliriz.
Oral dürtüyle ilişkili olan kısmi nesnenin meme ucu olduğunu söylemiştik, Lacan bu kayıtla ilişkili olan nesne a’nın “Hiç” olduğunu söyler. “Öznenin memeden kesildiği nesne onun için hiçtir” der. Kısmi nesne olarak meme ucunu aldığımızda, yani bu içe alma ediminin temsilinden geriye kalan şeydir hiç. Özne için “hiçbir şey almama” veya öznenin her bir içe alma ediminin etrafında salındığı hiçliktir. Bunu Lacan’ın anoreksiya tarifinden de hatırlayabiliriz, Lacan anoreksiğin “hiç” yediğini söylüyordu bize. Oral dürtünün tatminine yönelik tüm içe alma edimlerinden geriye kalan şey. İkinci, yani anal dürtünün kısmi nesnesi dışkı iken bununla ilişkili nesne a, yine hiç’tir ancak bu sefer “hiç bir şey vermeme” olarak hiç. Anal dürtünün tatminine yönelik tüm edimlerden, temsillerden –ötekine verilen dışkı veya armağandan- geriye kalan şeydir buradaki hiç. Üçüncü dürtü yani skopik olan ile ilişkili kısmi nesnenin imge olduğunu söylemiştik. Bu imge ile, öznenin görsel alanının tümünü yani etrafını saran görsel dünyayı kastediyoruz. Bu dürtü kaydıyla ilişkili olan nesne a Bakış’tır. Bakış, görsel alanın atıfta bulunduğunun tersine, görülmeyen, görsel alanda temsil edilmeyen, gerçeklik alanının dışına taşan, görmenin değil görülüyor olmanın deneyimine dair bir nesnedir. Bakış, görme ediminin negatifidir, görme alanında dışlanmış, silinmiş olandır. Korku filmlerindeki gibi, bilmediğimiz tekinsiz bir yere gittiğimizde her an bize doğru bakılıyor olma deneyimiyle ilgilidir, belirli bir kişinin bize bakması değil, dünyadaki nesnelere ait kişiselleşmemiş bir bir bakışa dair deneyimdir. Dördüncü ve son dürtü kaydı, yani vokal kaydın kısmi nesnesine ses demiştik, bu kayıtla ilişkili nesne a, yine ses’tir ancak buradaki kısmi nesne olan ses ve nesne a olan ses arasında önemli bir farklılık vardır. Nesne a’nın kısmi nesneden farkının temsil edilememesi, fiziksel dünyada, gerçeklik düzeyinde yer almaması olduğunu söylemiştik. Bunu ses için düşünürsek, nesne a olarak sesi, gerçeklik alanını oluşturan etrafımızı saran ve duyusal olarak algıladığımız seslerin dış çerçevesini oluşturan bir nesne olarak düşünmeliyiz.
Nevrotik özneler için konuştuğumuzda bu dört nesne a tezahürünü somutlaştırarak anlatmak oldukça zordur, çünkü nevrotik özne için gerçekliğin oluşmasının yapısal koşulu, nesne a’nın dışlanmasıdır. Bu, nesne a’nın temsil edilemeyen boşluk olarak tariflenmiş olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu nedenle nesne a’nın tezahürlerini zihnimizde somutlaştırabilmek için psikotik öznelerin deneyimlediği bazı psikotik fenomenlere bakmak yararlı olacaktır. Nevrotik özneden farklı olarak, psikozda nesne a, yapısal olarak dışlanmış ve özneyi kamçılayan bir öge değil, öznenin başa çıkmak zorunda olduğu, içeriye ait –yapıdan çıkarılmamış- tuhaf bir ögedir. Lacan, psikotik öznelerin nesnelerini cebinde taşıdığını söylemiştir. Yani gerçekliğin dış çerçevesini oluşturması gereken nesne a, bu öznelerde gerçekliğin içine sızar. Bununla kastedileni, dört dürtü kaydına geri dönerek ve bu öznelerdeki nesne a tezahürlerine bazı örnekler vererek açıklayabiliriz. Çünkü bazı psikotik fenomenler, simgeselde temsil edilemeyen ve simgesele bütünlük kazandırabilmek için dışarıda bırakılan nesne a’nın gerçeklik içerisinde tekrar olumsallık kazanmasıyla ortaya çıkar. Oral ve anal dürtü kayıtlarındaki “hiç”i, yani hiç bir şey almama ve hiç bir şey vermemeyi ele alarak başlayabiliriz. Buradaki “hiç”, nevrotik koşullarda beden bütünlüğünü koruyan sınırdır, bedenin gerçekliğinde içe alma ve dışa verme, bir sınıra tabidir. Bu durum nesne a’nın gerçeklikten dışlanması ve bir çeper oluşturması sayesindedir. Peki bu dışlanma olmadığında ne olur? Bu sınırlarla ilgili bazı psikotik fenomenleri düşünelim, örneğin dışarıdan gelen ve kişinin bedenine veya zihnine bir şey yerleştirildiğine dair deneyimleri, mesela kişinin beynine çip yerleştirildiğine, bu sayede kontrol edildiğine, zihnine bazı düşüncelerin yerleştirildiğine, bedeninde fazladan bir şeyler olduğuna dair deneyimler. Veya başka bir örnek, kişinin bedeninden hayati bir unsurun çalınmasına dair deneyimler, mesela kişinin düşüncelerinin birileri tarafından çalınmasına veya organlarının çalınmasına veya bedeninde bir şeylerin eksik olduğuna dair deneyimler. Bu iki dürtü düzeninde “hiç”in yokluğu bir şeyin rahatsız edici düzeyde fazlalığı veya eksikliğidir. Öznenin hareket edebilmesinin, arzulayabilmesinin önündeki engeldir. Skopik dürtüye geçtiğimizde buradaki nesne olarak Bakış’ı söylemiştik. Nevrotik koşullarda temel deneyim görsel dünyaya bakıyor olmamızdır, görenden önce bakılan bir özne olmamıza rağmen gerçeklik deneyiminde bakış yani bakılma deneyimi silinir. Çünkü nesne a olarak Bakış dışlanmıştır. Dışlanmadığı durumda bakılma deneyimini kaygı verici boyutlarda deneyimleyebiliriz, bu da takip edilme veya başkalarının bakışlarının her daim kişinin üzerinde olması gibi bazı psikotik fenomenlere zemin sağlar. Son olarak vokal dürtünün nesnesi olan sesi ele alalım, nevrotik koşullarda gerçeklik deneyiminden dışlanmış olan ve etrafımızı çevreleyen tüm seslerin zemininde yer alan, -gerçeklik deneyiminde suskunluk olarak yer alan- bize sesleniliyor olma deneyimi silinmiştir. Psikotik bir fenomen olan işitsel varsanılarda (yani halüsinasyonlarda) ise bu nesne gerçeklik deneyimine sızar ve ve özneye seslenilir. Kişi kendisiyle konuşan bazı sesler deneyimler. Psikozdan bahsetmişken psikozun iki temel kategorisi olan şizofreni ve paranoyanın, nesne a’nın tezahürleri bakımından bazı farklılıklar barındırdığını da söylemek gerekir. Ancak burada konunun psikoz olmadığını, bu örneklerin yalnızca nesne meselesini somutlaştırabilmek için verilmiş olduklarını, bu nedenle konunun detayına inmekten kaçındığımı da eklemem gerekir. Ancak genel olarak şunu söyleyebiliriz. Bu dört nesne a tezahüründeki geri dönüş, kişinin dünya deneyimini kesintiye uğratan somut yaşantılardır. Nesne a’dan yayılan jouissance, beden için boğucu düzeydedir, anlam verilemeyen yıkıcı bir güç olarak deneyimlenir ve büyük bir kaygıyı beraberinde getirir.
*Bu yazı, Psikanalist Sohbetleri Podcast Serisinin 83. ve 84. Bölümlerinde seslendirilmiştir.
Kaynaklar:
Jacques Lacan, The Seminar of Jacques Lacan Book X, Translated by A. R. Price, Polity Press, 2014
Jacques Lacan, The Subversion of the Subject and the Dialectic of Desire in the Freudian Unconscious, Ecrits A Selection içerisinde, Translated by Alan Sheridan, Routledge, 2005
J.-D. Nasio, Jacques Lacan'ın Kuramı Üzerine Beş Ders, çev. Özge Erşen - Murat Erşen, İmge Kitabevi, 2007
Sigmund Freud, Yas ve Melankoli (1917), Metapsikoloji içerisinde, çev. Emre Kapkın - Ayşen Tekşen, Payel Yayınları, 2013
Sigmund Freud, İçgüdüler ve Değişimleri (1915), Metapsikoloji içerisinde, çev. Emre Kapkın - Ayşen Tekşen, Payel Yayınları, 2013
Stijn Vanheule, Psikozun Öznesi: Lacancı Bir Bakış Açısı, çev. Göker Aközgürer, Axis Yayınları, 2022
Comentarios