Suçun Doğası Var mı? Psikanalitik Bir İnceleme
- Göker Aközgürer
- 26 Şub 2024
- 7 dakikada okunur
Merhaba, bugün sizinle konuşacağımız konuyla ilgili bana teklif geldiğinde ve benden suçun doğası üzerine bir konuşma yapmam istendiğinde aklıma ilk olarak şu soru geldi: Suçun doğası var mı? Böyle bir şeyden bahsetmek mümkün mü? Suç dediğimiz şey insan doğasına içkin bir şey mi?
Suç dediğimiz şey ilk bakışta bir yasa ve onun ihlalini gerektirir. Zaten sözlük anlamına da baktığımızda suçun, yasaya aykırı bir edim olarak tanımlandığını görürüz. Bir edimin suç sayılması için herhangi bir yasanın ihlal edildiğinin Öteki huzurunda tasdik edilmesi yani simgesel bir düzlemin varlığı gereklidir. Böyle bir düzenin tesisi de insan için dile giriş ile mümkündür. Yani suç, geriye dönüşlü olarak adı koyulmuş bir şeydir. Bir şeye suç adı verilmeden önce, başlangıçta belirli bir edim, sonrasında bunu yasaklayan ve karşılığında belirli bir cezayı öngören bir irade, daha sonra bu edimin yasayı ihlali ve Öteki aracıyla ihlalin tayini gereklidir.
Bu nedenle bugün size suç kavramından bahsedebilmek için temelde iki kavramdan bahsetmem gerekli. Bunlar Yasa ve İhlal. Öncelikle Yasa hakkında konuşalım. Henüz biz doğmadan bile, doğup konuşmaya başladığımızda ve eylemlerimizi kendi irademiz doğrultusunda yönlendirebileceğim zamana geldiğimizde tabi olacağımız kurallar belirlenmiştir. Konuşmaya başladığımız andan itibaren en yakın Ötekilerin Hayır’larıyla, yasaklarıyla karşı karşıya gelir, neyi yapabilme özgürlüğümüzün olduğunu ve neyi yapmamızın yasak olduğunu kavramaya başlarız. Bazı şeyler bizim erişimimize açıktır, hatta erişmemiz için destekleniriz, bazı şeyler ise erişimimize kapalıdır. Bu Yasa’nın farkına ilk başta bakımverenlerimizin evet ve hayırlarıyla varır, sonrasında ise bunun onlarla sınırlı kalmadığını, daha genel planda onların da uymak zorunda olduğu / tabi olduğu bir Yasa olduğunu anlarız. Hatta bu bakımverenlerle de sınırlı kalmayan, ailede, toplumda, devlette, devletler arasında hüküm süren, ne ad verildiği değişse de, yazılı da olsa, bir yerde yazmıyor da olsa bir şekilde tüm konuşan varlıkların tabi olduğu simgesel bir düzenin içerisine gömülü olduğumuzun farkına er ya da geç varacağızdır. Dediğim gibi kendi hayatımız temelinde bu yasanın nerede ne zaman başladığını belirleyebilmek zordur çünkü biz henüz onun farkına varmadan kurulmuştur bile, kimse sormamıştır dahil olup olmak istemediğimizi. Anlamışsınızdır yasadan bahsederken yalnızca bir ülkenin hukuk sisteminin temel öğesi olan yasalardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey bu yasaları, ahlak kurallarını, toplumsal kuralları da içeren ve bunları da üst belirleyen ve kişinin de dile girişinden itibaren kendini içerisine gömülü bulduğu simgesel düzendir. Psikanaliz yasayı bu şekilde ele alır. Bu bahsettiğim büyük harfli Yasa, çeşitli disiplinlerin ve tüm felsefe geleneğinin de uğraştığı bir konu olmuştur.
Düşünce tarihinde modern dönemin öncesinde gündelik hayattaki bu yasanın, evrensel veya ilahi yasanın temsili ya da izdüşümü olduğu fikri daha yaygındı. Örneğin antik dönemde Platon, iyiliği ve ahlak yasalarını idealar dünyasındaki İyi ideasının yansıması olarak nitelendirmiştir. Yani Yasa ikincil ilkedir, İyi ideasının yansımasıdır. Kant ile birlikte yasa artık İyi’ye dayanmaz, iyinin dayanağı olur. Yani Yasa artık salt biçimdir, kendinden başka dayanağı yoktur. Yasa’yı nihai bir zemin veya ilke olarak belirleyen Kant, modern düşünceye esas bir boyut katmıştır: Yasanın nesnesi, tanımı gereği meçhul ve uçucudur. Belirlenmiş herhangi bir töz veya nesneden yoksun haliyle, salt biçimiyle tanımlanan Yasa’nın ne olduğunu kimsenin bilmediği ve bilemeyeceği bellidir. Kendini bilinir kılmadan işler. Öyle bir ihlal alanı tanımlar ki orada çoktan suçluyuzdur ve ne olduklarını bilmediğimiz sınırları ihlal ederiz. Peki ahlak yasası boşsa ve belirli bir emir belirtmiyorsa, onu bilmiyorsak ona uyup uymadığımızı nereden bileceğiz? Bir yandan bilmemek de mazeret sayılmıyorsa ona karşı kendimizi nasıl koruyacağız? Kafka’nın romanlarındaki kahramanlar bu durumdan muzdariptir. Örneğin Dava romanının kahramanı Josef K., bir sabah uyandığında kendisini ne olduğunu anlamadığı bir suç nedeniyle yargılanmaktayken bulur. Yasadan bihaberdir, yalnızca bir şeyi ihlal etmiş olduğunun deneyimi kendisine açıktır. Kimse ona suçunu söylemez, ne hakim görür hem savcı mahkemeye de çıkarılmaz ancak iş arkadaşları dahil herkes davadan haberdardır. Yasa ortadan kaybolmuş, hükümsüz kalmış, ne olduğundan habersiz yurttaş da muğlak ve müphem yasaları ihlal etmekle suçlanmaktadır.
Yasanın kökeni konusunda psikanalizin de söyleyecek şeyleri vardır. Biliyorsunuz ki bir psikanalist olmasına karşın Freud, antropoloji ve mitolojiden beslenmiştir. Freud bize bu konuya ışık tutabilecek, biri kendisinin kurguladığı diğerini ise Yunan tragedyasından aldığı iki mit anlatır. Bunlardan ilki Totem ve Tabu’da anlattığı İlk Baba miti. İkincisi de hepiniz çok iyi bildiğini düşündüğüm Oidipus miti. Bunlara mit demek şu anlama gelir: Freud bunların gerçekten yaşanmış olup olmadığıyla ilgilenmez, Freud bunları antropolojik ve tarihsel kanıtlardan bağımsız olarak ele alır. Ona göre, ruhsal aygıtın işleyişini, sanki böyle bir olay olmuş da ruhsal işleyiş bundan etkilenmiş gibi düşünmek bilinçdışının dinamiğini kavramak için faydalıdır. Antropologlar bu mitlerle ilgili bu tarz olayların gerçekleştiğine dair bir kanıt olmadığı gerekçesiyle Freud’a itirazda bulunmuş; Freud ise buna, kendisinin antropolog olmadığı, yalnızca bir psikanalist olarak ruhsal aygıtı anlamak için antropolojiyi kullandığını söyleyerek yanıt vermiştir. Bu nedenle bu iki miti, ruhsal aygıtın tarih öncesinde gerçekleşmiş olan ve Freud’un sonuçlarını içsel olarak deneyimlediğimizi varsaydığı anlatılar olarak dinlemenizi isterim.
Bunlardan ilki şudur. Freud, Totem ve Tabu adlı eserinde yer alan “Totemizmin çocukluktaki geri dönüşü” isimli makalesinde totem yemeği geleneğinin nasıl ortaya çıktığını anlatırken, evrensel ahlak yasasının ve vicdanın nasıl ortaya çıktığına dair bir mit kurgular. Bu mitte, tüm kadınlara ve gücün tamamına sahip olan ataerkil ilkel kabilenin babası, yasanın bir uygulayıcısı değil, yasanın kendisidir, her şeye sahiptir ve diğer tüm erkekleri kadınlardan ve mal mülkten men etme kudretine sahiptir. Erkekler hak talep ettiğinde onları kabileden sürer. Günün birinde kovulan erkek kardeşler birleşir, bir kurban yemeği sırasında babalarını öldürüp yer ve böylece ataerkil sürüye son verirler. Birleşince güçlenmiş ve hiçbirinin tek başına yapamayacağını yapabilir hale gelmişlerdir. Böylelikle nefretlerini doyurmuş olan oğullar bundan sonra suçluluk duymaya başlar ve bu duygu, küçük düşürmüş oldukları babayla barışmak istemelerine yol açar. Freud, bu suçluluk duygusunun yalnız totem dininin değil, aynı zamanda tüm dinlerin, toplumun ve ahlakın da temelini oluşturduğunu düşünür. Yasa olarak karşıladığımız tüm bunların temelinde yalnızca suçluluk duygusu değil buna neden olan eylemin hemen öncesindeki ikircikli duygu vardır. İlkel erkek çocuk bir yandan kendinden alıkoyulmuş olan şeyler için nefret ve kıskançlıkla doludur, diğer yandan babaya büyük bir hayranlığı ve sevgisi vardır. Kişilerden bağımsız simgesel bir düzen olarak Yasa’nın olduğu zamanın hemen öncesinde, bir kişi olarak Yasa’nın kendisi olan bir Baba’nın katledilmesi sonrasında ortaya çıkan ikirciklilik esas meseledir burada. Ertelenmiş itaate yol açacak bir ikirciklilik. Freud hem ahlak yasasının kökenini hem de vicdanın temeli dediği tabu vicdanını bu ikircikliliğe dayandırır. Freud bu vicdanı, isteğin reddedilişinin içsel algılanması olarak tanımlar. Baba katli sonucunda özne, simgesel borç aracılığıyla yasaya bağlı hale gelir. Yani burada yasanın tesis edilmesini sağlayan şey, ölü babanın temsil ettiği şeydir.
İkinci mit ise Oidipus. İlk Baba miti, doğrudan baba aracılığıyla toplumsal yasayı inşa etmeye hizmet ederken, Oidipus annenin dolayımıyla bir yasa inşa eder. Miti biliyorsunuz: Oidipus, kehanetin de doğruladığı gibi babası olduğunu bilmezken tanımadığı babasını bir yol kavşağındaki kavga sonucu öldürür, ardından annesi olduğunu bilmezken tanımadığı annesiyle cinsel birliktelik yaşar. Bu bilgilere eriştikten sonra da suçluluk hisleri içerisinde kendini cezalandırır ve kendi gözlerini oyar. Freud, benzer bir ikircikliliğin burada da işbaşında olduğunu ifade eder, yine içsel bir çatışma vardır. Buradaki Oidipal çatışma yasa (yani babanı öldürüp annenle yatmayacaksın) ve arzu (bunu yapmayı arzulama) arasında değil, yasa (yani yapmayacaksın) ve zevk/jouissance (bunun gerçekleşmesiyle alınacak zevk) arasındadır. Oidipus’tan çıkış da yasaklanmış olan zevkten vazgeçmek, nüfuz edilemez olarak düşünülen bu zevke karşı arzuyu korumakla mümkündür. Oidipus sonundaki süperegonun buyruğu “sana yasaklanmış ve tehlikeli olduğu için vazgeçmek zorunda kalacağın mutlağı arzula” şeklindedir. Burada arzunun ve yasanın koyun koyuna ilerlediğini görüyoruz. Lacan bir seminerinde arzu ve yasa, bir ve aynıdır der. İşte Lacan için yasanın nesnesinin kavranılamaz bir karakteri olmasının nedeni budur, yani Yasa bastırılmış arzuyla aynı şeydir. Yasanın bu üstü kapalı nesnesi de arzunun üstü kapalı nesnesiyle aynıdır. Yani yasanın kökenini de burada buluyoruz, nevrotik için konuşursak bastırılmış olan dürtülerde. Dürtü simgesel öncesi yani dile girişimizin öncesinde olan Gerçek düzleme ait bir şeydir ve doğrudan temas edebileceğimiz bir şey değildir.
Bu noktada ikinci kavram olan “İhlal”e geliyoruz. Lacan, kökenine erişmenin imkânsız olduğu ve doğrudan temas edemediğimiz yasanın, yalnızca ihlal deneyimiyle kendisini bize açtığını söyler. Tıpkı biraz önce bahsettiğim romandaki Josef K. gibi. Yasa o kadar geride kalmıştır ki bir sabah uyanırız ve neden suçlandığımızı bilmeyiz yalnızca ihlal bizi süregiden davayla ilişkilendirir. Bu nedenle bizi dürtüye, bedensel gerçeğimize en çok yaklaştıran şeyin de bu olduğunu söyleyebiliriz ki Lacan, ihlalin kendisinin bir jouissance/zevk kaynağı olduğunu ifade eder.
Ünlü Orta Çağ filozofu Augustinus, İtiraflar isimli eserinde kendinde buna benzer bir deneyim fark ettiğini ortaya koymuştur. Çocukken her ne kadar yasak ve günah olduğunu bilse de komşunun bahçesinden meyve çalmasına dair bir anısını anlatır ve “günahın ve hırsızlığın kendisi hoşuma gitti, kötülüğün kötülük yapmak dışında bir amacı yoktu, onun sayesinde elde ettiğim şeyi değil günahın kendisini sevmiştim” der. Yani burada yasak olan ve ihlal eylemi sonucunda elde ettiği meyvenin değil ihlalin kendisinin keyfini sürmüştür. Ve yine Augustinus’a göre insanın en derinden keyif aldığı şey de, özgürlük deneyimi de ihlalin etrafında ilerler. Bu nedenle Lacan “Tanrı öldüğünde hiçbir şey mübah değildir” demiştir. Her şeyin serbest olduğu bir çağda izin verecek merci neresidir?
Peki o halde, insan Yasayla ve aynı zamanda o yasanın ihlali ile hemhal bir canlı ise insanın aynı zamanda doğası itibariyle -dile girişinden itibaren- suçlu da olduğunu ifade edebiliriz. Burada Freud’un ünlü vakası Fare Adam’a yaptığı bir yorumu hatırlatmak isterim. Seanslardan birinde Fare Adam Freud’a aslında sağduyu itibariyle suçlu hissedilmemesi gereken bir nedenden ötürü suçlu hissettiğinden bahseder, Freud’un yaklaşımı da suçlu hissetmesine gerek olmadığını telkin etmek veya dış gerçekliğin farkında olmasını sağlamak olmaz, onun yerine şöyle der: “Böyle hissediyorsanız suçlusunuzdur, bununla ilgili konuşun”. Bunu Freud tabi ki Fare Adam’ın ne kadar kötü bir insan olduğunu düşündüğü veya yasaları çiğnediği ve tutuklanması gerektiğini düşündüğü için yapmaz. O, bilinçdışı suçluluğu ile ilgili konuşması sayesinde kendi hakikatine yaklaşabileceğini düşündüğü için böyle bir yol izler.
Peki konuşan varlık olarak insanın bir düzeyde suçlu olduğu gerçeği onu kötü birisi yapar mı? Burada da Freud’un bir sözünü alıntılamak en iyi cevabı verir: “Eğer kötülük, ahlaki yasaların ihlali olarak algılanıyorsa kötülüğün kökü kazınamaz, çünkü ihlalin cazibesinin kökü kazınamaz”. Freud insandaki saldırgan eğilimleri ve dolayısıyla kötülüğün kökünün kazınamayacağını ifade ettiği gibi, bu agresyon eğiliminin uygarlık için en büyük ayak bağı olduğunun da altını çizer. Ama Freud’un insana atfettiği kötülük, şeytani bir kötülük yani salt kötülük değildir, bu konuda Freud, Schopenhauer’ın radikal kötülük ve şeytani kötülük ayrımından bahsediyor gibidir. Bu bağlamda ikincisinin, yani şeytani kötülüğün insan için imkânsız olduğunu çünkü insanın hiçbir zaman yaptığı ihlali evrensel bir yasa düzeyinde çıkartmadığını, eylemini kabahatli ve tiksindirici bir istisna olarak gördüğünü söyleyebiliriz. İnsan salt kötü değildir, eylemlerini daima belirli ahlaki yasalar çerçevesi içerisinde konumlandırma ve bunları ihlal etme örüntüsü içerisindedir. İhlal belirgin hale geldiğinde ise suçluluk hisleri ile geri adım atıp yeni bir çerçevelendirme yapar. Yani insana has olan radikal kötülüğü, şeytani kötülükten ayırt eden, ihlalin etrafındaki seyridir. Sonuç cümlesi olarak şunu belirtebilirim; konuşan varlık olarak insanın doğası Yasa’dan ve ihlalden bağımsız olmadığı için suçtan ve suçluluktan da bağımsız değildir.
*Bu metin, 04.06.2023 tarihinde 4.Ulusal Nörobilim ve Tıp Kongresi’nde “Üç Modelde Suçlu Beyin” isimli panelde sunulmuştur.
Comments